İnsanlık, tarih boyunca tanrı dışında gözle görülmeyen, olağanüstü başka varlıklara da inanmış, onlara çeşitli devirlerde ve coğrafi bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine değişik isimler vermişlerdir. Bunlar bazen tanrılaştırılmış veya ikinci dereceden tanrısal varlıklar olarak görülmüş, bazen de kötü özellik ve nitelikler içinde düşünülmüşlerdir.
Dolayısıyla cinler tarifi ve evrendeki münasebetleri de iyi veya kötü tesirleri çeşitli kültürlerin inanç veya inanç dışı literatürlerinde geniş bir yer tutmaktadır. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da cinler konusu her zaman tartışılagelmiş konuların başında gelmiştir. Dolayısıyla cin çarpması kelimesi de kültürel kodlara göre yer yer değişiklik gösterse de her iki toplumda da yer edinmiştir. Bazı kültürel farklılıklara rağmen hem kozmogonik olarak hem de doğa bilimlerinde aşağı yukarı cinler tanımı ve tarifi kötülüğü simgelemektedir. İyilikle kötülük arasındaki sonsuz mücadelenin temel düsturu bu bağlamda temel bir ilke haline gelmiştir antik güneş ülkesinde. Yüce bilge Zerdüşt cinleri karanlığın temsili, kötülük, şiddet, soygunculuk ve şehvet işlerinin yürütücüleri olarak tariflemişti. Çünkü bugün olduğu gibi o vakitlerde de cincilik kötü düşünceden, hile ve yalandan besleniyordu.
Dolayısıyla son İdlib hadisesiyle beraber cin bir kez daha şişeden çıktı ve uzun zamandır cinler alemine dönüştürülen kent adeta kötü ruhlar evine döndü. Cinci aleminin “mübarek ruhları” birer birer cin çarpmasıyla irkildi ve çarpmanın etkileri bütün toplumda yaygın bir şekilde devam ediyor. Cinlerin mahiyetini ve yıkıcı yapılarını bilmelerine rağmen cinlerden medet umanlar ve baş cinciler olarak ‘toplumsal üfürükçülüğü’ varlık koşulu yapanlar, karanlığın iç dünyasını herkesten daha iyi bilirler. Bu açıdan İdlib cinlerinin kötü nefeslerinin hemen hemen herkesin üzerine çökmesi bunu bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bugün herkesin son hadiseyle ilgili birden fazla cin hikâyesinin olmasının sebebi de budur.
Yıllardır baş cincilerin hinlikle yaydıkları kara propaganda ve döşedikleri ölüm ağları bütün toplumu sarmalamış durumdadır. Bu sadece bizim açımızdan değil, hemen hemen bütün yakın coğrafyanın nezdinde yaşanan açık bir durumdur. Bu durum aynı zamanda kötülüğün tarifsiz resmidir, arkasında cinlerin durduğu. Dolayısıyla kötülüğün bu tarifsiz resmi bize şiddet sarmalının akıl sınırlarını çoktan aştığını, yeni bir eşik atlattığını ve çatışmaların doğası gereği akut bir savaş hali olduğunu göstermektedir. Onun için bütün bağlam noktaları iyi düşünülmüş hassas bir bakış ve anlama kabiliyetine ihtiyaç vardır.
Bu önemli dönemde hassas bir perspektiften bakmanın önemli olmasının iki sebebi var. Birincisi Erdoğan ve çeperindeki sözde stratejistlerin Suriye savaşının ilk gününden itibaren varlıklarını bu gerginlik (cinlik) ve çatışma hattı üzerinde inşa etmeleridir. İkincisi ise iyilikle kötülük arasındaki tarihsel mücadelenin diyalektiğidir. Erdoğan yeni tehditler savurup dururken, saldırı sonucunda ölen askerler için “kanları yerde kalmayacak” demesinin beşeri herhangi bir samimiyete dayanmadığı gibi bunu savaşın kızışması için eski cinliğin yeni bir denemesi olarak görmek de pekâlâ mümkün.
Buna karşı en temel düstur ve ilkesel duruş ise daha fazla kan kaybı yerine, “kanın neden yere düştüğünü” cesurca sormak ve halkların olmayan bu cinler savaşına karşı çıkmaktır. Lakin cinliğin bu yeni hali sıcak alan anlamıyla bitmek üzere olan savaşın yelkenlerine bir süre daha rüzgâr üflemektir. Çünkü ancak savaşın sıcak hali üzerine yeni hinlikler yaparak Kuzey Suriye başta olmak üzere bölgedeki Kürt kazanımlarına karşı strateji bir denklem kurabilir ve uzun zamandır sona doğru yaklaşan İdlib’deki cinlere bir ara nefes aldırabilir. Baş cinlerin bu son çabaları ve karanlığın içine doğru yol alan ifade ve fallarının bir sonraki yıkımı, mevcut tahribatların kültürel hafızayı ne denli örselediğini gözler önüne sermektedir. Bir önceki yüzyılın başında evrenin başına musallat olan bunlara benzer cinlerin yıkımlarını hatırlayarak beynelmilel bir barışın temellerini atmak her zamankinden daha zaruridir. Hem siyasi hem de toplumsal hatları geren bu iki noktanın ne kadar önemli olduğu özellikle Birleşmiş Milletler’ in son İdlib hadisesiyle ilgili yapmış olduğu çağrıda da açık bir şeklide ortaya çıkmaktadır.
Nitekim Birleşmiş Milletler, Türkiye ile Suriyeli güçlerin İdlib’de karşı karşıya gelmelerini ”alarm verici” bir durum olarak gördü ve taraflara gerginliğin azaltılması çağrısı yaptı. Bu çağrının önem kazandığı en belirgin noktaysa devam eden savaşın siyasi ve sosyal terimlerle neyi temsil ettiği, her şeyden önce zamanla kültürel ve edebi terimlerle temsil edeceği “epochal” kesitin daha sonraki çalışmalarda üvey evlat kalamayacağı hakikatidir. Nitekim sadece cinlerin arkalarında bırakacakları yıkımlar, bireysel veya kolektif suçlara ışık tutmak değil, savaşın “politik sanatını”, muhafazakâr tasvirini, modernizm üzerine estetize edilme biçimini, sosyal ve politik ifade biçimlerindeki eğilimleri de daha yakından anlama imkânını sunacaktır. Dolayısıyla bu durum savaşın bu olağanüstü olgularının hüküm sürdüğü bir dönemde barışın inşası için çözümler üreten ve çabalayan çağın figürlerinin varlığına dair de tarihe not düşmek açısında da oldukça önemlidir. Eğer barışın ruhu evrenin selameti için sorumluluk alıp büyük bir barış kaleydoskop cihazını inşa edebilirse, cinler aleminin karanlığı dağılır, hem de sandığımızdan daha erken!