Türkiye’de devletin yapı ve işleyişine damgasını vuran baskıcılık ve otoriterlik üzerine tartışmalar genellikle faşizm kavramı çerçevesinde yapılır. Hemen herkes devletin baskıcı, otoriter bir karakter taşıdığında hemfikirdir ama bundan hareketle devletin biçiminin “faşizm” olarak nitelenip nitelemeyeceğine dair bir tartışmadır sürer gider. Tartışmak istediğim asıl konu bu değil. İster “faşist diktatörlük” deyin, ister “sömürge tipi faşizm”, ister “oligarşik devlet”, isterseniz de “post-kolonyal otoritarizm” (ya da başka birşey), bu tartışmalarda devletin baskıcı ve otoriter “kimliği”ni “tözsel” bir unsura dayandırmak da adettendir. Bu tözsel unsur, kimi zaman İttihat ve Terakki “çeteciliği”ne, kimi zaman Kemalizmin “tepeden inmeciliği”ne, kimi zaman da “Abdülhamit jurnalciliğine” dayandırılır. Bir bakarsınız, Erdoğan’ın “çeteleşmeye” varacak milis benzeri uygulamalarının sorumluluğu İttihat ve Terakki’ye yıkılıyor, “Kürt düşmanlığı” “neo-Kemalizmi” ile açıklanıyor, sansür takıntısı Abdülhamit öykünmesiyle vb
Öncelikle genel olarak diktatoryal/terörist rejimlerin yapı ve işleyişini tözsel dayanaklarla açıklamanın, cazip olmakla birlikte geçerli olmadığının altını çizmek istiyorum. Metafizik bir yaklaşım bu. Tabii ki II. Abdülhamid de, İttihat ve Terakki de, Kemalizm de bugünkü devletin kuruluş sürecinin belli başlı momentlerini simgeleyen aktörler ve bugünün “devlet pratiklerinde” bu “kurucu babaları/özneleri” anıştıran üslup özellikleri bulmak mümkün. Ancak devletin bugünkü yapı ve işleyişine damgasını vuran baskıcı ve otoriter özelliklerin bu “kurucu babalardan” (hepsinden veya tek tek bazılarından) veraset yoluyla intikal ettiğini ileri sürmek gerçekçi değil.
Modern Türkiye devletini yaratan “burjuva devrimi süreci” 19.yy başından 20.yy ortasına kadar süren, yaklaşık yüz yıllık bölümü Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanan ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da 20 yıl kadar süren bir iç savaşın içerisinde şekillendi. Devletin bürokratik aygıtı da toplumun mülkiyet ve refah dağılımı da bu iç savaş sürecinde gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yy başında Yunanistan ve Mısır’dan başlayarak yaygınlaşan ayrılma ve ayrı devlet kurma hareketlerinde somutlaşan krizi karşısında üretilen “Devleti kurtarma”ya odaklı politikalar (ki bu bakımdan Abdülhamid iktidarı da, İttihat ve Terakki iktidarı da aynı pozisyondadır), imparatorluğun Müslüman ve Hristiyan unsurunun ayrıştırılmasına ve Anadolu ve Trakya’nın Hristiyanlardan “arındırılarak” Müslümanlaştırılmasına kadar gitti. “Devleti kurtarmak” için girişilen pogromlar, soykırımlar ve savaşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıttı, Osmanlı devletini sürdürülemez hale getirdi. 1. Dünya Savaşı’nı kazanarak Osmanlı İmparatorluğu’nu egemenlikleri altına alan rakip emperyalist merkezler, Anadolu’daki yerel dayanaklarını, sürgündeki Anadolu Hristiyanlarına dayandırmaya kalkışınca, onları yüz yıl boyunca sürgüne ve yokoluşa sürükleyerek istimlak eden Anadolu’nun Müslüman eşrafı (ve bunlarla bağımlılık ilişkisi içindeki yoksul halk unsurları) direnişe geçmeye yöneldi. Galip emperyalistler tarafından büyük bölümünün dağıtılmasına karar verilen Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisinin bir kısmı da (ki bunların içerisinde, Teşkilat-ı Mahsusa başta olmak üzere pogromları ve soykırımları örgütleyen ve uygulayan devlet kadroları da ciddi bir yer tutuyordu), bu direnişin içerisinde yer aldı. Bu “kadro”, Anadolu’nun Müslüman eşrafının direnme eğiliminin siyasi örgütlenme sürecinde öne çıktı, kısa sürede askeri ve siyasi inisiyatifi ele geçirdi ve iki buçuk yıllık bir savaşın sonunda Anadolu’nun Müslüman ahalisinin mülkünü Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında muhafaza altına aldı.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ortaya çıkaran “burjuva devrimi süreci”nin bu kısa öyküsünü, devletin baskıcı, otoriter kimliğini şekillendiren siyasal ve toplumsal güçlerin sadece politik öznelerden, yönetici kadrolardan, liderlerden (II. Abdülhamit’ten, İttihat ve Terakki’den, Mustafa Kemal’den) ibaret olmadığının, aynı zamanda Anadolunun Müslüman mülk sahiplerini ve kaderlerini onlara bağlayan yoksul Müslüman halkını da içerdiğinin altını çizmek için anlattım. Türkiye Cumhuriyeti ve bugünkü Türkiye toplumu, aynı ortak korku, endişe/aç gözlülük ve ihtirasla hareket eden bir bürokrasi ve eşrafın ortak ürünüdür. Dolayısıyla, “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” tamlamasında ifadesini bulan faşizan “totalitarizm” ve “vesayet sistemi” kaynağını ideolojik bir çarpıtmadan değil, Anadolu toplumunu ulusal bir birlik haline getiren sürecin tarihsel realitesinden almaktadır. (1)
Anadolu’nun Hristiyan unsurunun rövanş tehlikesi Kurtuluş Savaşı ile atlatılmış ve “Bağımsız Türkiye Devleti” yüz yılda gerçekleştirilen dinsel saflaştırmanın statükoya dönüşmesini sağlamıştır. Laik-Cumhuriyetçilikte ifadesini bulan Kemalizm, bu içeriğin olası siyasi biçimlerinden biriydi. Ama Kemalistlerle hemen hemen aynı sosyal ve tarihsel zemine dayanan Meclis’in ikinci grubunun saltanatı ve hilafeti korumayı da içerebilecek müphem “liberalizmi”nin (Kürtlerin ulusal demokratik haklarını teslim etse dahi) bu içeriği demokrasi ve toplumsal eşitlik yönünde aşması olası değildi. Dolayısıyla totalitarizm ve vesayet sistemini Mustafa Kemal’le özdeşleştirmek, Osmanlı bürokrasisinin ve Anadolu eşrafının o dönemdeki siyasi potansiyelinin abartılması olacaktır. Cumhuriyetin kuruluş sürecine damgasını vuran totalitarizm eğiliminin ve vesayet sisteminin Jön-Türklerin, İttihat ve Terakki’nin ve Kemalistlerin batıcı-modernizmlerinin bir ürünü olduğu, dönemin “modernleşme karşıtlarının” ve “uzlaştırmacıların” bu yönelimin dışındaki asıl potansiyeli oluşturduğu düşüncesi herhangi bir gerçek karşılığa ve mantıksal temele dayanmamaktadır. (2)
Peki bugünkü devlet cihazının baskıcı ve otoriter karakterinin ne kadarı, Cumhuriyetin kurucu kadrosu ve toplumsal temelinde karşılık bulan bu totalitarizmin ve vesayetçiliğin mirasıdır. Bu bir “genetik miras” mıdır? Gelecek yazımda bu soruları yanıtlamaya çalışacağım.
***
(1) Ama bu realite “tarihsel”dir; yani oluşumunun olduğu gibi ve çözülmesinin koşul ve unsurları da modellenebilecek bir somutluktur.
(2) En uç ve artistik ifadelerinden birini İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ soldur” formülünde bulan bu yaklaşım, sol muhalefetin (genellikle) “liberal” kesiminin sağ kanat siyasi gericiliğin tuzaklarına en utanç verici biçimlerde düşmesine neden olmuştur/olmaktadır.