Gazeteci ve biyografi yazarı Şaziye Karlıklı ile gazeteciliği, kadınları ve güncel sorunları konuştuk:
Ahmet Tulgar
Şaziye Karlıklı, başta 1980’li yılların Nokta dergisi olmak üzere Türkiye’nin önde gelen birçok haber dergisinde çalışmış, sonra ekonomi dergiciliğinde uzmanlaşmış, benim de çok uzun yıllardır tanıdığım cevval bir gazetecidir. Şaziye şimdilerde gazeteciliğine yeni bir yol açtı ve biyografi yazarlığına başladı. Biri Belkıs Kemali Söylemezoğlu, diğeri Emine Adalet olmak üzere iki sıradışı kadının biyografilerini yayımladı. Şaziye Karlıklı ile biyografilerini yazdığı kadınları, genel olarak biyografi yazarlığını ve Türkiye siyasetini konuştuk.
- Önce Belkıs Kemali Söylemezoğlu namı diğer Benli Belkıs, ardından Emine Adalet biyografilerini yazdınız. Bu iki kadın da dönemlerinde sınırlarını zorlamış, serüveni seçmiş kadınlar. Senin için neyi temsil ediyor bu kadınlar, dönemleri için neyi?
Belkıs da Emine de, “gözü dışarıda” kadınlar. Kendilerine sunulan hayatın ötesinde neler var merak ediyorlar ki, pek çoğumuz bunu ister ama yapamayız. Erkekler için “maceraperestlik” daha mümkündür. Kadınlar anında “öteki” olarak damgalanırlar. Bu iki kadının da “elalem ne der” umurlarında olmamış ki 1910’lu yıllarda doğmuşlar,
seçimleri cesaret ister. Aynı dönemde yaşamakla birlikte farklı hayatlardan geliyorlar.
Belkıs ağzında gümüş kaşıkla doğanlardan. Osmanlı Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa’nın kızı. Emine Adelet ise, İstanbul’da sıradan bir ailede doğuyor ve savaşlar daha küçük yaşta onu hem öksüz hem yoksul bırakıyor. Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu bu dönemde başka yerlerden dahil oldukları hayat onlara ait oldukları sınıfa dair seçimler sunmuş. Belkıs 14 yaşında zengin bir paşa oğluna gelin gitmiş. Hayatındaki tek boyun eğişi de bu, zaten. Ailesi istediği için evlenmiş. Kocasının süs bebeği olmuş. Sonra terkedilmesiyle sona eren “yasak aşk” hikayesiyle başkaldırısı başlamış. Öylesine iyi eğitimli biri ki, herhalde tercih etse o dönemde kadınları mesleklendiren Cumhuriyet’te istediği mevkiiyi elde edebilirdi. Ama o güzelliği üstüne oynamış. Erkeklerin dillere destan güzelliğinin üzerinde egemen olmalarına izin vermemiş. Silahı almış onların elinden üzerlerine doğrultuvermiş. O andan itibaren erkekler üzerinde iktidar kuruvermiş. Hayatının amacını ‘haz’ almak olarak belirlemiş. Bu haz uğruna da eritmediği servet kalmamış! Hırslı, cesaretli, boyun eğmez bir kadın Belkıs.
Emine Adalet ise daha başından mücadeleci. Cumhuriyetin ilanından sona kızların da kabul edilidiği Sultanahmet
Ticaret Mektebi’ne kaydedilmiş. O okulu bitirse, bankaya memur, şirketlere daktilo filan olabilir hatta üniversiteye gidebilir. Ama yok, o dansöz olmak için yanıp tutuşmuş. Sunulan o konfor alanını reddedip dans uğruna 14’ünde evlenip yine aynı yaşta Samsun’a, Trabzon’a turnelere gitmiş. Hani dansözler için hep trajik hikayeler anlatılır. İşte büyük yoksulluk, açlık, şu bu nedeniyle seçtikleri söylenir bu işi. Yok Emine Adalet büyük bir tutkuyla bu işi istemiş. Ki, 1926 yılında yapıyor bunu. Daha birkaç sene önce Müslüman kadının sahnede rol yapması yasakken o dekolte giysilerle dans ediyor. Müthiş bir şey değil mi bu? Ve hiç vazgeçmiyor danstan. Bu kadın yetenekli, güçlü, hırslı, tutkulu ve sıradışı. Demem o ki, iki kadın da korkusuzca istedikleri hayata yürümüşler.
- Bir edebi tür olarak biyografi çoğunlukla popüler tarih alanına da girer. Bu renkli kişiliklerin biyografilerini yazarken resmi tarihle çelişkiler de keşfediyor musun ?
İkisini de araştırırken, 1910’dan 1950 sonlarına kadar ki dönemi didik didik araştırdım. Beni çok şaşırtan şeyler oldu. Şaşırmama neden olan bugün yaşadıklarımız olabilir. Benli Belkıs’ın babası Harbiye Nazırlığı’nın yanısıra, Kuvayi Milliye hareketini bastırmakla görevlendirilen Kuvayi İnzibatiye’nin de komutanlığını yapmış. Bildiğimiz gibi yenilmiş. Sonra 150’lik ilan edilip sürülmüş. Öyle böyle değil, Mustafa Kemal nefreti ve Cumhuriyet düşmanı olduğunu hiç saklamamış. Sürgünde Öç Derneği filan kurmuş, cumhuriyeti yıkmak için başlattığı bir hareket filan var.
Gelin görün ki, o bunları yaparken ailesinin tek ferdine dokunulmamış. Abisi Galip Kemali Söylemezoğlu elçilik yapmaya devam etmiş. Süleyman Şefik Paşa’nın kızlarına oğullarına kimse dokunmamış. Hatta hepsi Cumhuriyet’in fırsatlarından faydalanmışlar. Ki, benzeri pek çok örnek var. Ben “intikamcı” olduklarını düşünürdüm. Şuna da şaşırdım. Cumhuriyet’in resmi kadın inşası bize, meslekli aile kadını olarak örneklenir. Hatta bir başöğretmen prototipi vardır. Ki bir dönem de bilhassa liberal kanat tarafından bir hayli karikatürüze edilmiştir. Ama gördüm ki sürüden ayrılmak isteyenler de reddedilmek bir yana desteklenmiş. Müslüman kadınlara sahne izni verilmesi öyle küçümsenecek bir şey değil. Bir bale kadar olmasa da klasik göbek dansçılarına da itibar kazandırmaya çalışmışlar. Selim Sırrı Tarcan eliyle oryantali Türk halk danslarıyla modernize edip “Bedii danslara” çevirmeye çalışmışlar.
Emine Adalet’in bir Mustafa Kemal karşılaşması var. “Kızım sen bu dansları Avrupa’da tanıt” minvalinde bir tavsiyede bulunmuş. Ben dansözlüğün itibarsızlaştırıldığı bir döneme denk geldim. Şaşırdım. Resmi tarih meselesine gelince, ben tarihçi değilim, bu konuda büyük laflar edemem. Ama aile tarihlerinin izi sürüldüğünde hepimiz kendi gerçeğimizi bulabiliriz diye düşünüyorum. Yine Benli Belkıs’da Varlık Vergisi meselesini yeniden okudum.
Sermayeyi Türkleştirmeyi amaçlayan bu yasa tek partinin marifeti. Fakat nimetlerinden faydalanan aileler adı Demokrat olan bir partinin ileri gelenleri oluyor. Yıllar sonra Demokrat Parti’yi güzelleyenler buna ilişkin tek laf etmiyor. Acayip değil mi? Bunu tek parti CHP’sini aklamak için söylemiyorum sadece tarihe bakış açımı tariflemek istiyorum. Düşünüyorum ki, insanlar yalan söyleyebilir, çarpıtabilir. Ama hayatların saklanacak bir yanı yok. Son 20 yıldır bize 150’liklerin acıklı hikayeleri anlatıldı. Gerçekten de hüzün verici, kabul. Bir imparatorluktan Cumhuriyet’e dönüşürken ödenen bir bedel. Haydi gelelim günümüze, kaç 150 sürgünde? Eski Türkiye’de idam çezası kaldırılmasaydı kaç idam olurdu acaba? Hüznüm şu, Türkiye için çok daha başka hayalleri olan gençlerdik. Şimdi konuştuklarımıza bak.
- Kadının toplumsal rolüne bir uyum mu görüyorsun bu kadınlarda, bir isyan mı?
Bildiğimiz anlamda feminist bir isyan olmasa da hiç kuşkusuz ikisinde de bir başkaldırı var. Fakat hiçbir insanın kişisel tarihi dönemin sosyal, siyasal, ekonomik koşullarından bağımsız olamıyor. Uzun uzun açıklamaya gerek yok sistemi erkekler yazdığından kadınlar üzerindeki etki daha büyük. Bu kadınlar da sık sık bu nedenle tökezlemişler. Benli Belkıs daha başına buyruk ilerlemiş. Ama Emine Adalet’de zaman zaman teslim olma hali var. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da Nazi yönetiminin hakim olduğu mekanlarda sahne alıyorsanız, işler biraz değişebiliyor. Fakat buna rağmen bu kadınlar bildiğimiz normlara uymuyor. Onun için ilginçler zaten.
- Türkiye biyografi tarzı daha çok kişi kültü oluşturmaya yönelik, resmi tarihin söylemlerinden oluşan kahramanlık övgüleri içerir. Senin biyografilerini yazdığın kişilerin bir açıdan da anti-kahramanlar olması senin tercihin mi?
Özellikle anti kahraman arayışında değildim. Benim aradığım bir kadın bile değildi. Popüler tarihte iz bırakmış, sıradışı hayatlara bakmak istiyordum ki kadınlar liste başına çıktı. Benim ilgimi çekiyorsa belki başkalarının da ilgisini çeker diye düşünüyordum. Haksız da değilmişim. Ben anti- kahramanların yani ötekilerin hikayelerinin daha gerçek olduğu kanaatindeyim. Bir kez sıkıcı değil! Kendilerini bir davaya adamamışlar. Kendileri için yaşamışlar. Onların gözlerinden bir döneme, o dönemin insanlarına bakmak hayli ilginç geldi bana. Bir de kahraman olmadıkları için onlar hakkındaki tüm yazılar sansürsüz yayınlanmış. Bu da onlar hakkında daha doğru bilgiler edinmemize yol açıyor. Biyografi yazarı için büyük kolaylık bu.
- Feminist tarih yazımı mücadelesi kadın hareketinin önemli bir sahası. Senin kitapların feminist tarih yazımı açısından da ele alınabilir mi?
Kitaplarım bu manada değerlendirilebilir mi bilemiyorum. Ama kitaplarıma konu olan kadınlar feminist tarihinin yazımı bakımından bence önemli arabaşlıklarıdır. Ki, zaten “Kadın Hayatlarını Yazmak” konulu uluslararası sempozyumda Birsen Talay Keşoğlu Emine Adalet üzerine bir bildiri sunmuş. İki kitapta da bolca kaynak var. Bu konuda çalışanlar için, daha fazlasını merak edenler için işe yarar kanaatindeyim.
- Kendini kadın hareketinin bir parçası olarak görüyor musun?
Hayatlarını kadın hareketine adamış kadınlar arasında esamem okunmaz. Feminist hareketlerin bir parçası olmadım, hiç. Gençliğimde ait olduğum sol hareket, kadın haklarının da ancak sosyalizm ile mümkün olduğunu öğretmişti bana. Buna yürekten inanmıştım. Bu nedenle aramızda feminist hareketle bir mesafe oluşmuştu. Ama bir kadın olarak soğuk bir mesafe değil sempati duyduğum ama üyesi olmadığım bir hareketti.
Şimdi ise, feministler arasındaki bölünme malum. Kendimi yine de sosyalist geleneğe daha yakın hissediyorum. İtiraf edeyim yeni akımların söylemlerini anlamakta zorlandığım anlar oluyor. Bir de kaydetmek isterim ki, seküler bir ülkedeki kadın hareketi ile siyasi İslam’ın hakim olduğu bir ülkedeki kadın hareketi arasındaki fark ne büyükmüş. Kariyer de yaparım çocuk da halinden sırtında sopa, karnında sıpayı da hızla geçip böğrüne bir bıçak haline nasıl da hızlı döndük. Kadının toplumsal mücadelesi nasıl oldu da yaşam mücadelesine dönüştü. Gözümüzün önünde oldu bu değişim ve herkes gibi dehşet içindeyim. İster istemez devlet-toplum-din- kadın ilişkisine çok kafa yoruyorum. Bunca ses çıkarmamıza rağmen kadın cinayetlerini durdurmak adına bir arpa boyu yol alamıyoruz. Yaşama hakkı ya, bundan ötesi var mı? Hakimlerin tecavüz sanığını değil de mağduru yargıladığı bu günler, nasıl bir karabasandır.
- Aktif gazetecilik döneminde günü geldiğinde yazmak için geniş bir arşiv tutmuşsun. Arşivlemede kriterin neydi ve daha çok böyle popüler tarih figürlerine dair mi yazacaksın bundan sonra da?
Ben dergiciydim. Senin de bildiğin gibi dergide haber yalın değildir. Mutlaka arka planındaki hikayeyi de yazmalısın. Eh bu da ancak arşive başvurarak mümkün oluyor. Ben ekonomi alanında çalıştığım için önce elimde şirket hikayeleri birikmişti. Zaten gazeteciliği bırakmak zorunda kalınca, bu hikayeler sayesinde para kazanabildim. Şirketlere kurum tarihleri hazırladım. O kitaplar için çalışırken, gözüm daima popüler tarih konularına kayıyordu. Onları da attım bir kenara. Para kazanma derdim biterse, bir şeyler yaparım diye. Gerçekten de o zaman geldi. Şimdi kalın bir dosyam var. Evet, konularım popüler tarihten olacak. Hatta şu sıra, Türkiye’nin bohem yıllarını, önemli sanatçılar üzerinden yazmayı deneyeceğim. Umarım beceririm.
- Gazetecilikte arşiv tutmak hangi açılardan önemlidir sence? Genç gazetecilere neler önerirsin bu konuda?
Arşiv, devamlılık açısından gazeteciliğin vazgeçilmezidir. Hangi alanda çalışırsanız çalışın arşive başvurmazsanız, sanki dünyayı ilk siz keşfetmişsiniz gibi olursunuz ki, hem kendiniz hem okurunuz yanılır. Kısırlaşırsınız, habere değer katması gereken zenginliği ıskalarsınız. 10 yıl kadar önceydi bir dergiye kısa süre danışmanlık yaptım. O sıra önemli bir işadamı ölmüştü. Muhabirlerden biri ……. diye bir adam ölmüş dediğinde, kaldım öyle. Ekonomi muhabirliği yapıyorsan hiç olmazsa zamanından 20-30 yıl önceki süreci ve insanları bilmelisin. Tarih seninle başlamıyor ki! Mesela iki kitapta da benden yıllarca önce bu kadınlarla konuşan gazetecilerin yazdıklarından faydalandım. Çok da keyif aldım. Tuğla üstüne tuğla koymak gibi.
Tavsiye meselesine gelince, arşive sıkıcı, tozlu bir iş olarak bakmasınlar. Mesela ben şu anda Corona virüsü haberi yapacak olsaydım, 2002’deki Sars salgınını hatırlamakla kalmaz, illa ki taa birinci dünya savaşı yıllarındaki tifüs salgınlarına, bitip tükenmez tüberküloz ölümlerine de bakardım. Hele ki 18. yüzyılda Osmanlı’ya gelen veba. İktisadi çöküşün sebeplerinden biri olarak gösterilir. Üstelik artık bu bilgiler bir tuş yakınlığında. Bu okumalar neye yarayacak, bunu klavyelerinin başına oturduklarında hissedecekler zaten.
- Gazeteciliğin görece özgür dönemlerini de yaşamış biri olarak Türkiye medyasının bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsun?
Ağlıyorum desem. Medya benim zamanımda da siyasetin ve iş dünyasının müdahale alanı içindeydi. En azından 1984-1990 arası Nokta Dergisi için söyleyebilirim, ki patronumuz bu müdahaleleri atlatmanın yollarını arardı. Mesela Tahsin Şahinkaya’nın F-16 yolsuzluğu ile edindiği servetini yazmamız yasaktı. Ama eğer bir milletvekili bunu TBMM’de gündeme getirirse yazabilirdik. Bu konuda cengaver bir milletvekili bulundu; Cüneyt Canver. O konuştu biz yazdık, mesela. Şahane bir işti. Gazetecilik böyle bir iştir, yol kapalıysa, dolanıp başka yol bulursun. Muhalif gazetecileri dışında tutuyorum ama diğerleri gazeteci değil sadece propaganda bakanlığının metin yazarlarıdır nezdimde. Öylesine kaba ki düzen değerlendirmeye bile layık değil.
- Türkiye için umutlu musun? Umudu nerede buluyorsun?
Umut olmadan olmuyor işte. Yaşamaya devam edeceksek, ummak zorundayız. Fakat çok endişeliyim. Yolsuzluk, katillik, taciz, yağma, otoriterlik, ceberrutluk, kabalık ve daha pek çok kötü nitelik kabul gören toplumsal karakter oldu. Eskiden şahaneydik manasında söylemiyorum ama hiç olmazsa seçimlerde bu feci değerler oy almazdı. Her seçim bir onaylama ve kabul anlamına geliyor. Muhalefet “yolsuzluk hırsızlık” diyemiyor da “israf” diyor. Bu çok acı verici. Yolsuzlukta sorun görmüyor toplum ancak israf dersen hakkının gaspedildiğini düşünüyor. Bu moral değerlerin çöküşü kadar somut yıkımlar da var tabii. Kıymetli insan kaynağı darmadağın edildi. Bilimden sanata siyasete kadar insanlar ya içerde ya sürgünde. Geleneksel ekonomi tahrip oldu, dünyada gelişen yeni ekonomiyi yakalamak zaten zor. Çevre sorunları gümbür gümbür geliyor. Bir İstanbul depreminin ne anlama geldiğini biliyoruz. Bir inşa lazım bize. Sanıyorum ki bu en dibi gördüğümüzde olacak. Ama nasıl bir dipse bir türlü de gelmiyor. Benim umudum da bu nokta da başlıyor. Böyle bir sistemin sürdürülebilirliği yok. Biteceğini umut ediyorum. Yerini ne alacak? Onu da yaşarsam görürüm.