Kitap, acılar ve sevinçler ile harmanlanmış, yemekler ile çeşnilendirilmiştir. Hevsel bahçelerinin karpuzunun, sulu salatalıkların, tarlalarda baharda fışkıran çeşitli otların, yemeklerin olmazsa olmazı baharatların kokusunu alıyorsunuz
Nuray Çevirmen
“Diyarbakır’da herkes birbirini tanırdı ve herkesin kapısı açıktı. Öyle önden telefonla haber verilip müsait olup olmadıklarının sorulması gerekmezdi. Herkes birbirinin kapısını istediği zaman çalma, çat-kapı içeri girme hakkına, samimiyet ve hukukuna sahipti.”
Amida’nın Sofrası adlı kitap Eylül 2019’da birinci baskısını, Kasım 2019’da da ikinci baskısını yapmış. Aras Yayınları’ndan çıkan bir kitap. Yazarı Silva Özyerli. Çocukluk adıyla Ceco yani. Kitabı bugün elime aldım ve neredeyse soluksuz okuyarak bitirdim. Kitabın başlangıcından bitişine kadar ki bu sarmalıyış elbette samimiyetinden geliyor. Kitap Ermenice Amida, Kürtçe ise Amed’in Ermeni sofra kültürünü, aileler arasında dayanışmayı, alışverişi, hangi mevsim ne yeneceğini, hiçbir malzemenin ziyan edilmediğini, emek gücünün ne kadar kıymetli olduğunu, dayanışmayı, azalan bir halkın birbirine kenetlenişini, Amed’in küçelerini, ekmeğin kutsallığını, kokusunu ve daha birçok şeyi dupduru bir dille anlatıyor. Kitap bir ailenin yaşadıkları çerçevesinde aslında Ermenilerin içinde bulundukları yaşam koşullarını, psikolojilerini, yaşanan travmalarını, sürekli diken üstünde yaşamalarına neden olan dışlanmayı, kimi zaman duydukları korkuları da içtenlikle anlatıyor.
İç içe geçmiş sürgünler var kitapta. Baba Hovsep yani Yusuf adıyla tanınan, bir duvarcı ustasıdır. 1938’de Sasun’dan kardeşi Garabed ile birlikte Afyon Sandıklı’ya sürgün edilir. Sürgünden 10 yıl sonra aynı yere yerleşmeme şartı ile çıkan af sonucu Diyarbakır’a gelirler. Annesini 13 yaşında iken gören babası talip olur ve uzun süren çabalardan sonra evlenirler. Baba ile anne arasında 15 yaş fark var. Ninesi ise dedesini kaybettikten sonra tek başına kalır ve oğlunun elinden alınacağı korkusu ile onu Suriye’ye yollar. Daha sonra da kızlarına da bir şey olur kokusu da eklenince kendisi de çocukları ile birlikte Suriye’ye göçer.
Silva Hanım’ın annesi evlerinde tarhana ve turşu asla yapmamış. Turşuya ihtiyaç olursa çocuklar bir kapla komşuya gönderilir ve istenirmiş. Sebebini teyzesi şöyle anlatıyor: “Rahmetli anam diyidi ki o gide bir daha geri gelmeye, 1915 Qefle zamani tarğhana yapmayağh ve turşi kurmayağh zamanimiş… Turşi kurmağh içun ilkin sirke yapmişlar, turşi kurmişlar, haman turşilari elece küpünde bırağhmişlar kaçmışlar. Gene anam diyidi ki belkim 30-40 sene sonra gene turşi kurmağha kağmiş, gene kazan dolısi sirke yapmiş, hama o anda Karabaş köyünde tellal ‘Kore’ye asker gönderecağhığh’ diye bağırmış. İşte bele. O günden bugüne bir daha evımızde turşi yapılmadi.”
Çok güzel anılarını da yazmış, hem kendisinin başından geçenleri hem de akrabalarının. Örneğin ninesi bir gün işlerini yaptığı sırada “Diyarbakır etrafında bağlar var, türün işler yüreğimde yara var” türküsünün sesini duyup sokağa çıkar, türkünün Gogoların evinden geldiğine emin olduğunda içeri girdiğinde avluda toplananların hayretler içinde bir aletin etrafında toplandıklarını görür ve Gogo aralıksız olarak anlatmaya başlar: “Baci Tüme insansız şarki söli, görisen? Buna gramafon diyiler. Bakh ha buni takhiyam, ha bele kolıni çeviriyem, o, özi özine şarki söli! Buni bu sabah Diyarbekir’den almişam, çokh para vermişem ha! Nasıl, begendin?” Ninesi: “Toprakh başan gelmiye, Allah akıl fikir vere, buna o kadar para verecağına şarki söleyen insan getireydin” der.
Ferha namı diğer Deli Ferha’dan yani Diyarbakır’ın son Yahudisinden. Onun tek başınalığı, geçimini sağlamak için yağa, kömüre, fasulyeye baktığı ve çoğu zaman tutmayan fallarından bahseder. Ama evinde altını mı var diye girdiklerinden ve Ferha’nın acı sonunda bahsetmek istemez. Ve kitaptaki tariflerden Kazan Kebabı’nı onun anısına yazarak; birilerinin pişirmesini, onu anmasını ve bir rahmet yollamasını ister.
Kendisi ve 4. sınıfa giden ablası, birilerine emanet edilen iki çocuk Kurtalan Ekpsresi ile birbirlerine sarılarak İstanbul’a yola çıkarlar. Yatılı okula girdiklerinde, kıyafetlerini gören çocuklar “bunlar Kürt” der. Diyarbakır’da khaço ve gavur, İstanbul’da ise Kürt’tür. 5 sene ailesini göremez. Babasının ağır hastalığı ve devletin onun okulda okuyamayacağına karar vermesi ile tekrar evine geri döner ama o ev bıraktığı ev değildir. Bir süre sonra babası ölür, anne de çocukları ile birlikte İstanbul’a taşınır.
Kitap, acılar ve sevinçler ile harmanlanmış, yemekler ile çeşnilendirilmiştir. Hevsel bahçelerinin karpuzunun, sulu salatalıkların, tarlalarda baharda fışkıran çeşitli otların, yemeklerin olmazsa olmazı baharatların kokusunu alıyorsunuz. Avluda imece usulü temizlenen buğdayın, kesilecek eriştenin buluşturduğu kadınların sohbetlerini duyabiliyorsunuz. Kapıları taşlanırken, cenazeleri gizlice ve korkarak mezarlığa götürürlerken yüreklerindeki o korkuyu hissediyorsunuz. Yavaş yavaş doğdukları toprakları terketmek zorunda kaldıklarını, azaldıklarını, kiliselerin yalnızlaştığını, savrulduklarını ve kederlerini hissedip daha da çok öfkeleniyorsunuz yaşamak zorunda kaldıkları şeylere. Ve aslında onlar gittikçe, bizim de daha çok öksüzleştiğimizi ve yetim kaldığımızı anlıyoruz.
Kitabın bir yerinde “İnsan, en çok kaçtığına yakalanır. Hafızasına. Çocukluğuna” deniyor. Ninesinin Suriye’den annesinin doğumu için geldiğinde aniden 1915’te yaşadıklarına yakalandığını, günlerce ayaklarına taşların battığını zannettiğini, öldürülen babasını anımsadığını anlatır. Yaşanan hiçbir şey unutulmuyor elbette.
Çok şey var kitap üzerine söylenecek belki ama onu da okuyanlara bırakmak lazım. Amida’nın Sofrası, hem kişisel bir anlatının nasıl bir hafızaya dönüştüğü, hem de o güzelim sofraların unutulmaması için her evde bulunması gereken bir kitaptır. Aslında neleri de kaybettiğimizi de bilmemiz açısından gerekli bize. Amida’nın Sofrası’nın sıcaklığını duyacaksınız.