Elazığ merkezli depremle karşı karşıya kaldığımız gerçeklik tablosunun görünümleri de bunlar oldu yine. Fay kırılır deprem olur. Binalar, yapılar yıkıma uğrar. İnsanlar da kıyıma. Yinelenip duran bu zincirleme saptamalar mantığının mutlaklaştırılmasına hizmet ettiği algının özü özeti şudur: Deprem olur insanlar ölür!
Oysa kırılım-yıkım-kıyım zincirinde mutlaklık kategorisinde değerlendirilebilecek tek saptama, kırılımın kaçınılmaz olduğudur. Deprem engellenemez. Fay hatları bir gün kırılacaktır mutlaka. Çünkü doğanın kör yasaları yerin derinliklerinde de işler ve hükmünü uygular. İnsanın/toplumun bilinç ve iradesinin fay hatlarını kırılıma götüren jeofizik süreçlerin nedenselliği üzerine müdahale edici hiç bir hükmü yoktur. Bundan sonra da olmayacak.
Peki ya yerin üstü? Yıkım ve kıyım da mutlak mı? İnsan bilinç ve iradesi burada da mı hükümsüz doğa karşısında? Toplumsal tarihin biriktirdiği olgu ve deneyimlerden biliyoruz ki gerçeklik böyle değil. Doğanın yıkıcı güçleri insan toplumsallığının tarihte var oluşundan kıyaslanamayacak kadar uzun bir zamansal geçmişe sahip. İnsan bu yıkıcı güçlere rağmen onlara karşı var olabilmiş bir canlı türü ve varlık aynı zamanda. Yoksa insan insanlaşamaz, doğanın kör güçlerine mutlak bağımlı bir canlı türü olarak sıkışır kalırdı zamanın ilerleyişi içerisinde. Doğanın yaptığı dışında bir şey yapamayan bir canlı olurdu o da. Doğanın kurduğuyla kurulur, yıktığıyla yıkılırdı. Belki de yok olur giderdi.
İnsan toplumsallaşma yeteneği sayesinde doğanın onda örgütlediği güçlerden çok daha farklı nitelikte ve etkinlikte güçler örgütledi kendine. İnsanı insan yapan güçler. İnsanı doğadan koparan değil, ama doğayla ilişkisinin niteliğini değiştiren ilerleyişti bu. Doğanın dolaysız parçası olmaktan, biyolojik-fizik evrimin içsel bir parçası olmaktan, kendine bir kültür yaratan ve tarih oluşturan bir ilerleyişti. Biyolojik-fiziksel olanın değil, giderek toplumsal-ekonomik olanın daha belirleyici olduğu birleşik bir evrim süreciydi gerçekleşen. İnsanın toplumsallaşma güçleri sayesinde doğaya ait olanı da içerisine alan, içselleştiren bir var oluş bütünlüğü. Doğanın yaptıkları dışında esasen kendi yaptıklarıyla da ayakta kalan, dönüşen ve ilerleyen bir varlık insan. Temelinde emek/emek üretkenliği olan bir toplumsal doğa yaratmıştır insan türü. Doğayı insanlaştırmış başka bir ifadeyle. Bunu başaramasaydı; insan, insanlaşamazdı.
Bütün bunlardan deprem örneği söz konusu olduğunda ne türden sonuçlar çıkarabiliriz? Kırım-yıkım-kıyım mantık zincirinin insan-doğa ilişkileri zemininde mutlak geçerliliğe sahip olmadığı ve kabul edilemeyeceğidir. İnsan, fayın kırılmasını engelleyemez ama, yıkıma ve kıyımın nedenlerine müdahale edebilir, engelleyebilir. Çünkü bunlar insan kültürünün ögeleridir, toplumsal etkinliğimizin ve yaşamlarımızın ürünleridirler. Yerleşim yerlerini, yapıları inşa eden insanlardır, toplumdur. Toplumsal emeğin (teknoloji ve bilime de dönüşmüş gücüyle) doğadan dönüştürdüğü, ürettiği şeylerdir bunlar. Fayın kırılması gibi amaç ve anlamdan yoksun fiziki dünyaya ait bir gelişme ve sonuç değil. İnsanın doğaya amaç ve anlam katarak dönüştürmesinin, yani bilinçli eylemlerinin rol oynadığı ürünlerdir.
Haliyle yıkım, doğanın insana dayattığı mutlaklığın sonucu olarak değil, insanın doğaya dayattığı bilinç ve iradesindeki toplumsal sorunlardan kaynaklanan bir sonuçtur. Ve zorunlu bağıntıları içinde bu durum, insanın insana dayattığı amaç ve anlam olarak sakatlanmış, bozulmuş ya da çürümüş ilişkilerin varlığından köklenir. Toplumsal görünümü de depremin açığa çıkardığı gibi insan kıyımlarıdır. İnsanın insana kıyımı dayatması “doğallaştığı” ölçüde ve o nedenle, demek ki yıkım da dayatılmış oluyor topluma. Toplum kendine kıymış ve yıkmış oluyor gerçekte. Toplumu doğadan ayıran niteliklerin yitirilmeye yüz tutması da denilebilir buna. İnsanın kopuştuğu doğaya benzeşmeye başlama süreci ya da. Yani bilinçsizliği ve iradesizliği ölçüsünde kendini böyle dayatması doğaya. Fay hatları üzerine yaşam alanları inşa etmeye devam etmek, depremle yıkıma uğrayacağı bilinen yapılar kurmaktan vazgeçmemek. Depremin bir gün olacağı belliyken toplumsal hazırlık örgütlemeden yaşayıp durmak. İnsanca bir amaç ve anlam var mı böyle bir yaklaşımda ve tutumda?
O halde, toplum bu kötülüğü kendine niye yapıyor? Toplum kendini niye yıkıma ve kıyıma uğratıyor? Yerin altı (doğa) altüst olunca, yerin üstü de (toplum) altüst olmak zorunda mı? Doğanın yasaları eşittir toplumun yasaları mıdır? 6,8 eşittir yüzlerce yıkım, onlarca canlının ölümü, yüzlercesinin yaralanması demek midir mutlak olarak? Fay hatlarının (bilinçsiz kör doğa yasaları oldukları için) bir ahlak ve adalet ölçüsü yoktur, doğru. Bu, toplumun da yok demek midir? Kader dedikleri bu mudur? Ama bu, şeyleşme demektir işte. İnsanla insan arasındaki ilişkilerin nesneleşmesi/ şeyleşmesi demektir. Toplumsallığın yıkımı demektir. Yıkılan yapıların değersizleşmesi gibi, ahlak ve adalet de şeyleşir, yıkılır ve değersizleşir o zaman.
Ama biz biliyoruz ki, yerin altının hareketi fizik yasalarına uyar, yerin üstünün hareketi toplumsal yasalara. Eğer insan kültürü, doğanın kör yasalarına bağlı olmaktan kurtulma yolunda ilerlemeye ve özgürleşmesini sürdürmeye devam edecekse; bu, kendi yasalarını bu temelde dönüştüren ve kuran bir toplumsal altüst oluşlar zinciriyle başarılacaktır. Toplumsal devrimler mücadelesi zinciridir bu. Toplumsal yaşamı nesneleştiren, şeyleştiren kapitalist üretim ve bölüşüm düzeninin sınıflı ekonomisine, politiğine, ideolojisi ve kültürüne karşı bir devrimler mücadelesi olacaktır. İnsanın insanı sömürmesinin ahlaksızlığına karşı mücadele olacaktır.
Yerine koyacağımız şeyi tarih gösterdi: emeğin ateşinin ısıttığı ortakça üretim ve bölüşüm ilişkileri, insan kardeşliği ve komün yaşamı. Elazığ’da da başka yerde de insanlığımızı sonsuza kadar ısıtacak şey bu.