İhmal ihlalleri getirebilir. Ama insan olarak görmediğini, haktan hukuktan yoksun bellediğini ihmal ettiğinde yaşam hakkı ihlali doğar. Yani cinayet ortaya çıkar. Kimse üstlenmeye yeltenmez, gereksiz bir ayrıntı oluverir bu. Çünkü ortada kolektif bir cinayet var.
Üniformanın rengi yoktur. Haki olur, ak olur, lacivert olur, fark etmez yani. Bu yüzden hapishaneler, okullar, kışlalar, hastaneler arasında da fark yoktur. Türkiye gibi ülkelerde ise bu kurumların ortaklaştığı bir denklem daha var: ötekileştirdiğini hasta et, deli et, hapset ve öldür. Türkiye bu konuda şaşmaz bir çalışkanlıkla bunu yerine getiriyor. Michel Foucault bu ülkede yaşamış olsaydı Hapishanenin Doğuşu’ndan ayrı bir kitap yazabilirdi belki. Buraya has, buranın yerlisine ve millisine dair bir ayrı hapishanenin doğuşuna dair.
Tekirdağ F Tipi Kapalı Cezaevi’nde kalan ve ömrünün 25 yılını cezaevlerinde geçiren Hüseyin Polat, geçirdiği mide kanaması sonucu hayatını kaybetti. Aslında mide kanaması onu öldürmedi. Cezaevi, hastane ve doktor üçgeninde öldürüldü. Kolektif bir şekilde cinayet işlendi.
Cezaevi, devlet tarafından “cezalandırılan” insanların cezasını çekmek üzere konulduğu, devletin teminatı altında olan bir yerdir hukuksal olarak. Orada yaşam hakkı devletin sorumluluğundadır. Hastane, insanların ve diğer canlıların hastalıklarının tedavi edildiği hatta önlendiği yerdir işlevsel olarak. Orada yaşam kurtarılmaya çalışılır. Büyük sorumluluktur. Doktorlar, Hipokrat yemini etmiş ve bu alanda eğitimini yapmış kişilerdir. Onlar yaşam kurtarırlar.
Tüm bu tanımlar Hüseyin Polat’ın ölümüyle ihlal edildi. Yani tanınmadı. Tanımlar yıllardır şu şekilde: Cezaevi, siyasi iktidarın alıkoyup devletin teminatından çıkardığı insanların toplatıldığı yerlerdir. Orada yaşam hakkı en son akla gelen bir şeydir. Hastane, siyasi görüşüne göre tedavi hizmeti veren bir yerdir. Yatak yok diye ölümcül derecede hasta olanı geri çevirir. Doktorlar, hastane yönetimine iman edip Hipokrat yeminlerini unutarak hastalara kafalarına göre tedaviyi uygulayan kimselerdir. Sorumluluk kişiden kişiye değişir, büyük değildir, kibirlidir. Çünkü hasta olan siyasi bir tutsak, çünkü Kürt.
Çünkü yıl olmuş 2020 ama hâlâ onu tanımıyor. Ne siyasetini ne de dilini tanıyan bir devletin mahpusu olmak başka bir şekilde cezaevinde olmakla aynı değildir. Onu aşan bir mantık, daha organize bir sistem var. Ceza veren değil, ceza verdiğini cezalandırmaktan vazgeçmeyen bir sistem bu.
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu kitabında şöyle yazar: “Yasal ceza bir eyleme yöneliktir; cezalandırma tekniği ise hayata yöneliktir.” Türkiye cezaevlerinde de her gün cezalandırma kollanıyor.
Hüseyin Polat’ın abisi Sinan Polat, yaşananları şöyle anlatıyor: “Hüseyin 23 Ocak’ta bir boyun ağrısı çekiyor. Revire götürülüyor ve burada kendisine bir iğne yapıyorlar. O iğne kardeşime olumsuz etki ediyor ve vücudu şişiyor. Bunun üzerine 24 Ocak’ta Tekirdağ Devlet Hastanesi’ne kaldırıyorlar. Ancak sözde yer olmadığı ve kendisine bakacak branştan doktorun olmadığı gerekçesiyle yatışı ilk başta yapılmıyor ve buradan başka hastanelere sevk edilmek isteniyor. Fakat diğer hastaneler de dolu olduklarını söyleyerek hastayı kabul etmiyor. Bunun üzerine aynı hastanedeki farklı bir branştaki doktor tarafından kontrol edilmeye çalışılıyor.”
Cezaevindeki baştan savma tedavi mide kanamasına davetiye çıkarıyor, doktorlar ve hastane yönetimi hastayı savsaklıyor ve nihayetinde bir ölüm meydana geliyor. Bir Kürt siyasi tutuklu ölmüş derler özgüveni ve emsalleri kayda geçiyor yine. Kimse bunun cinayet olduğunu söylemeye tenezzül etmiyor.
Sinan Polat kardeşinin başına getirileni olduğu gibi anlatıyor “Hüseyin, babama ‘Ben hiç iyi değilim. Vücudum hep şişti. Ben öleceğim galiba’ diyor. Konuşma sırasında telefon elinden düşüyor. Görüşmenin akşamında mide kanaması geçiriyor ve hastaneye kaldırılıyor. Hastaneye hemen yatırılmadığı için 2 bin 200 mililitre kan kusuyor. Ancak geç müdahale edildiği için vefat ediyor.”
Kürt siyasi tutsaklar için mahpushane yata yata bitmiyor ve mezara kadar kelepçe hukuku devam ediyor. İhmal sadece bir ihmal olmaktan çıkabilir. O ihmal bir ihlali getirir: Yaşam hakkının ihlal edilmesi. Yaşam hakkı ihlali hukuksal bir şerhtir. Devletler öldürme hakkını kendileri için her şekilde aklıyor, üniformalar sağ olsun! Bir devrimcinin ölümü ise burada gün geçtikçe sıradanlaşıyor. Bir yerde okumuştum; bir Avşar türküsü şöyle der; “Âlem yiğit olsa hükümet fazla.”