Bu bir sivil diktatörlük. Faşizan unsurları olan sivil bir diktatörlük. Tek adam rejimlerinin de adları bellidir: Tiranlık ya da diktatörlük
Emre Tansu Keten
Ülkeyi Erdoğan tek başına yönetecek, bu insanlar sekreter. Abdülhamid’in zamanında da bol miktarda komite vardır. Bunların hiçbir yetkisi yoktur, tek karar alıcı Abdülhamid’dir. Yeni yapı bu döneme benziyor. Recep Tayyip Erdoğan, son karar alıcı değil, başından sonuna kadar tek karar alıcıdır. Erdoğan sonunda istediğini aldı. 16 Nisan Referandumu ile birlikte kabul edilen yeni sistemin kendisine tanıdığı imkânların yanında, seçimlerin ardından çıkan KHK’larla devletin tüm alanlarını kendi iradesine bağlı kıldı. Artık Türkiye resmen tek bir kişi tarafından yönetiliyor. Anayasa başta olmak üzere yasaların değil tek bir kişinin emirlerinin geçerli olduğu Orta Asya’nın ‘Ferman Devletleri’ne benzer bir yapıya geçiş yaptığımız bu süreci İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Öğretim Üyesi Dr. Görkem Doğan’la konuştuk.
Türkiye’nin yeni rejimini nasıl tanımlamak gerekir?
Bir tek adam yönetimi olduğu ortada. Bizde Bonapartizm diye bir ifade var, Gramsci’nin Sezarizm dediği şey. Bu çok kullanılıyor var olan durumu açıklamak için. Ama onu biraz geniş yorumlamak lazım. Çünkü sonuç olarak Türkiye’de toplumsal sınıflar arasında bir pat durumu yok. Tam tersine, özellikle sermaye sınıfının çeşitli fraksiyonlarının bir zayıflığı var. Ben ısrarcı bir şekilde, Reis, Führerprinzip ilkesini kullanıyorum. Faşizmin önemli bir unsurudur bu. Bir faşizm tartışması yapmak için söylemiyorum bunu, ancak bu unsurun Türkiye’de varlığını görebiliyoruz. Zaten Türkiye’nin uluslaşması da problemli bir uluslaşma olduğu için, bu açığı da kapatan bir şekilde Reis’in yükselişi ile karşılaşıyoruz. “Reis ulustur, ulus Reis’tir”, dolayısıyla “Reis ulus adına konuşur, ulus adına konuşma kudreti olan tek kişidir” diye düşünen bir Reisçi topluluk var. Seçimde de görüyoruz bunu. Erdoğan’a oy veren yüzde 52’nin hepsine Reisçi diyemeyiz, başka saiklerle oy verenler de vardır mutlaka, ama yüzde 40’larda bir Reisçi kitle var. Bu bir sivil diktatörlük. Bunun adını koymak lazım. Faşizan unsurları olan sivil bir diktatörlük. Diktatörlük diyorum çünkü bu ciddi anlamda bir tek adam rejimi. Tek adam rejimlerinin de adları bellidir: tiranlık ya da diktatörlük. Marksist bir jargondan ziyade saf bir siyaset bilimci olarak anlatırsak da bu böyle.
Türkiye’de gayri-meşru bir sermaye sınıfı var. Mesela, ABD’de Elon Musk var, General Electric’in kurucu ortaklarından birisi Edison, bir başka örnek Benjamin Franklin. Bunlar ABD sermaye sınıfı için poster çocuğu. Hem bir şeyler icat ediyorlar, hem de sermayedarlık yapıyorlar. Mucit, girişimci, vatansever. Türkiye’de böyle bir şey yok. Herkes biliyor ki, Koç vs. gibi sermaye grupları devlet eliyle zenginleşmiş, Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimlerin mallarına el koymuş gruplar. Yönetme iradesi olan, yaratıcı, girişimci bir sermaye sınıfı yok. Dolayısıyla, bu sermaye sınıfı bundan önce devlet bürokrasisine ihtiyaç duyuyordu, şimdi ise kendisini yerli ve milli ilan eden Reis’in arkasına saklanıyor.
Bu yeni rejimi dünyadaki hangi örneklerle kıyaslayabiliriz peki?
Dünyada faşizan unsurları ağır basmasa da, sağ popülist tek adam rejimleri var. Macaristan’daki Victor Orban’dan Polonya’daki Kaczynski’ye, Trump’dan -eğer becerebilseydi- Le Pen’e, başarabilirse İtalya’daki Matteo Salvini’ye dek birçok ismi buna örnek olarak sayabiliriz. Türkiye’ye en yakın örneklerden birisi olarak Putin Rusya’sını gösterebiliriz. Ancak Rusya’nın devlet mimarisi bizden çok daha farklıdır. Oligarşik bir tarafı vardır. Tam tek adam rejimi diyemeyebiliriz, çünkü güvenlik bürokrasisi kökenli güçlü bir grup yönetimde oldukça söz sahibidir. Putin, bu oligarşik yapının üzerinde varlığını sürdürmektedir. Ancak sivil diktatörlük açısından bize oldukça benzerdir. Aslında bizim örneğimiz daha Ortadoğuludur. Örneğin, Beşar Esad, bir iç savaş durumu olmasa ve rahat yönetebilse bize yakın bir örnek olur. Mısır lideri Sisi, birbirlerinden çok nefret etseler de, Erdoğan’la birbirlerine en çok benzeyen iki lider olabilir.
Erdoğan bu dönüşüme neden ihtiyaç duydu?
Erdoğan, aslında bakarsan, kendini zor bir yere sokmuş oldu. Her seçimde yüzde 50+1 alması lazım. Bence bunu bilerek yaptı. Türkiye’yi yeniden kurma ihtiyacındalar. Bunu ideolojik olarak istiyor olabilirler. Artık ikinci cumhuriyete geçtik. Bunun bir adını koymak istediler. Erdoğan sadece hakim tek parti sisteminin başındaki adam olarak, bir Olof Palme olarak, Türkiye’yi yönetmekle yetinmeyip bir ikinci Atatürk olmak istedi. Bu, bir yanıyla, kuşkusuz içinde yetiştiği ideolojik ortamın getirdiği bir istektir. Bunu yapmasını sağlayan, Türkiye’deki sermaye birikiminin de gelip dayandığı bir nokta var. Böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorlar. Gayri-meşru sermaye sınıfı, var olan devlet mimarisinin dönüşümünü istedi. Dolayısıyla bir tek adama anahtar teslim devleti vererek, yap-işlet-devret diyorlar. Bu nedenle içerisine girdiğimiz siyasi yapılanma sadece Erdoğan’ın istediği bir şey değil. Ama bunun ciddi bir yeniden kuruluş olduğunu, hakikatten bir ikinci cumhuriyetten bahsetmek gerektiğini, bildiğimiz anlamda 1923’te kurulan cumhuriyetin artık var olmadığını açıkça ifade etmek gerekiyor.
Bürokrasi içerisinde devletin bu denli kapsamlı dönüşümüne bir direniş potansiyeli var mı?
Jeologlar derler ya, zemin çamur halde diye. Bürokratik alanda da, devlet yapısında da zemin çamur haldedir. Direnmek için zeminin katı halde olması gerekir. Çamur halde olan yapı şekillendirilmeye oldukça uygundur ayrıca. Ama tabi bu yeni oluşmadı. Burada eski Kemalist kadrolar, MHP’liler vs. vardır hâlâ, ancak bu kadrolar kendilerini yeni rejime beğendirmeye çalışacaktır. Şüphesiz Bahçeli, bürokraside kendi insanlarına daha fazla yer açmak için pazarlık yapacaktır. Ama son tahlilde bu ilişki biçiminde Bahçeli başka bir Erdoğan bulamaz, ancak Erdoğan başka bir Bahçeli bulabilir. Eskiden de her iktidar kendine yakın insanları devlet kadrolarına almaya çalışıyordu, ancak bunu açık bir şekilde yapmıyorlardı. Bu savunulabilecek bir şey değildi. Şimdi ise bu normal bir şey haline geldi ve bunun böyle olması gerektiği açık bir şekilde söyleniyor. Milli Eğitim’de bugün bir tane bile Eğitim-Sen’li okul müdürü yok örneğin.
Böyle bir tabloda AKP ne işe yarayacak?
AKP’nin bir işe yaramaması mümkün. Milletin AKP’den rahatsız olduğunu bu seçimlerde gördük. Saadet Partisi eğer Cumhur İttifakı’nın içerisine girseydi, AKP’nin oyunun yüzde 40’ın altına ineceğini düşünüyorum. Daha Ülkücü olanlar tepkilerini MHP’ye oy vererek gösterdiler, daha İslamcı olanlar ise Saadet’e rahatlıkla oy verebilirdi. Ama şunu unutmamak gerekiyor: AKP’nin düşmesi Erdoğan’ın düşmesi anlamına gelmez. Reisçilik güçlü bir damar. Bu tarihte de vardır: Kralımız iyi ama danışmanlar kötü düşüncesi. Dolayısıyla AKP mekanizmasının çok da önemli olmayacağı bir yönetim modeline doğru gidiyoruz. Fransız yarı başkanlık sisteminde mesela partilerden ziyade Meclis’teki ‘başkanın çoğunluğu’ önemlidir. Chirac ve Sarkozy’nin başkanlık döneminde Fransız merkez sağ partileri giderek zayıflamıştır. Hatta bir kısmı bölünmüştür. Ben AKP’nin de böyle bir şey yaşayacağını düşünüyorum. Putin’in partisinin ismini bilen var mıdır mesela? Ya da Komünist Parti’ye saldırdığını duyan olmuş mudur? Putin kendisini ısrarla parti siyasetinin üstüne yerleştirmiştir. Erdoğan, Türkiye’nin politik durumundan ötürü bunu beceremedi. Hâlâ kendisine karşı ciddi bir muhalefet var. Bunu da aşmayı becerebilseydi, AKP’ye belki de hiç ihtiyaç duymayacaktı.
Bu muhalefet toplumun yarısı mı?
Bence değil. Seçim sonucu da bunu göstermiyor. Genel olarak söylemek gerekirse yüzde 40’a yakın bir Reisçi kitle var. Bunun yanında yaklaşık yüzde 35 Reisçilik karşıtı. Kalan kısım ise iktisada bakan, tercihlerini değiştirebilen bir kesim. Bu kesim aslında seçim kampanyalarının hedeflediği bölüme denk geliyor.
Peki bu dönemde, yıllardır dillendirdikleri ‘yeni anayasa’yı yeniden gündeme getirirler mi?
Yeni bir anayasa yapmaları zor. Sayıları buna yetmiyor. Bunun yanında en az üç sene böyle bir gündemin olacağını sanmıyorum. Çünkü ilk hedefleri ekonomik krizi atlatmak. Bunu da yürütme merkezli kararnamelerle idare ederek yapmaya çalışacaklar. Anayasa özü itibariyle liberal bir disiplindir. Liberal olmayan bir rejimin anayasa yapması zordur. O yüzden rejimler liberal demokrasiden uzaklaştıkça ‘anayasasızlaşma’ gündeme gelir. Türkiye’de de bu süreci yaşıyoruz. Bu süreçte yeniden anayasaya yönelmek oldukça zor. Durumumuz biraz eski Sovyet Cumhuriyetleri’ne benzemekte. Bu devletlere “Ferman Devleti” denmekte. Devlet, başkan tarafından çıkartılan fermanlarla, yani kararnamelerle yönetilmektedir.
Ekonomik kriz bu yeni rejim için ciddi bir tehlike mi?
Sosyoloji ve iktisat kendi başına siyasal bir sonuç üretmez. Sadece bu alanlara siyasi bir müdahale olursa siyasal bir sonuçtan bahsedebiliriz. Dolayısıyla karşısında hiç kimse hiçbir şey yapmıyorken, Erdoğan karşısına çıkan krizleri atlatabilir. Örneğin ABD’de Roosevelt, iktidarı dönemi boyunca üç ağır krizle karşılaşmış, bunların hepsinde de halkı ikna ederek, iktidarını korumayı başarmıştır. Ve bunun üzerine teamülleri ezerek üçüncü kez başkanlığa aday olmuştur. Aynı şekilde Erdoğan, hazır elinde bu kadar güç de varken, karşısına çıkan krizleri fırsata çevirmek için uğraşacaktır.
Yeni kabinenin bileşimi bize ne anlatıyor?
Ülkeyi Erdoğan tek başına yönetecek, bu insanlar sekreter. Bunların hepsi müşavir düzeyinde yetkilere sahip sadece. Abdülhamid’in zamanında da bol miktarda komite vardır. O işi bilenlerden bir tür komisyonlar oluşturur. Bunların hiçbir yetkisi yoktur, tek karar alıcı Abdülhamid’dir. Yeni yapı bu döneme benziyor. Recep Tayyip Erdoğan, son karar alıcı değil, başından sonuna kadar tek karar alıcıdır. Burada şunu eklemek isterim: İnsanlık altı bin yıldır siyaset yapıyor. İki bin beş yüz yıldır da, bunun üzerine yazılıyor. İnsanlığın bu tecrübesinin ortaya çıkarttığı en önemli bilgilerden birisi, olabilecek en kötü yönetim biçiminin tek adamın keyfi yönetimi olduğudur. Bunu Platon da, Aristo da yazar. Ancak buna rağmen, tarihte bol miktarda tek adam yönetimi karşımıza çıkıyor. Çünkü, kriz dönemlerinde kuruculuğun en etkin biçimi olarak tek adam yönetimi görülmektedir. Devlet dağıldıysa, bir yeni devlet inşa edilecekse, bunun en etkin yolu tek adam yönetimidir. Türkiye keyfiliği tercih etti. Bu sadece Erdoğan’ın tercihi değil, toplumun da tercihidir. Altı bin yıllık tecrübenin ışığında, bu tercihin nereye varacağını hepimiz göreceğiz. Bir bilim insanı olarak benim öngörüm var, ama bekleyip görelim diyorum.