Uluslararası basına bakmaya korkuyor insan. Şu güzelim düzene atmadıkları iftira kalmadı. İnsanın içini karartan başlıklar. Hep bir felaket tellallığı, hep bir fitne-fesat, hep bir çekememezlik hali. Başlıklarına bakıyorsunuz; ölüm, savaş, salgın, eşitsizlik, açlık, yoksulluk…
İngiliz BBC sitesi, “Yemen krizi: ‘85 bin çocuk açlıktan öldü” başlığını atıyor, Alman Deutsche Welle, 2 bin zenginin servetinin dünya nüfusunun yüzde 60’ının gelirinden fazla olduğunu savunuyor. ABD basını Çin’de başlayan salgının küresel bir tehdit haline geldiğine, Rus Sputnik Ajansı Libya Ateşkesinin kırılganlığına, İdlib’de Suriye rejiminin ilerlediğine işaret ediyor. Yetmezmiş gibi hepsi bir ağızdan IŞİD’in yeni Türkmen liderinin Türkiye destekli Irak Türkmen Cephesiyle (ITC) yakın ilişki ve işbirliği içinde olduğunu yazıyor. Hepsi iç karartıcı. Hepsi negatif.
Allah’tan ülkemiz basını böyle şom ağızlı değil. En netameli meseleleri bile büyük bir incelikle ele alıyor. Zırhlı araçlara katar katar askeri doldurup deniz aşırı komşu ülkelere göndermeyi “barış harekatı” olarak yansıtıyor. Efrin’e “Zeytin Dalı”, Kuzey ve Doğu Suriye saldırısına “Barış Pınarı Harekatı” adını veriyor, yıllar önce Kıbrıs işgaline “Barış Harekatı” adını verdiği gibi. Bir gün önce Libya’ya Hafter’i “paketlemeye” gittiğimiz, ertesi gün Hafter’i dize getirerek bir büyük barış anlaşmasına “sayemizde” imza atıldığı müjdeleniyor. Libya Ateşkesi kesintiye uğrayınca da, gayet tabi ki bunun sorumlusu, “masadan kaçan Hafter” oluyor. İki günde bu basın sayesinde dünyanın en beter insanının Hafter olduğuna kanaat getiriyorsunuz, az şey mi bu? İktidarın Moskova, Washington arasında nasıl büyük bir “anti emperyalist” diplomasi mekiği dokuduğu konusunda kafalarımız aydınlatılıyor. Az buz değil; bütün dünyanın “terörist” ilan ettiği El Nusra, El Kaide bağlantılı İdlib’teki grupları bir tek bizim basınımız, ülkemiz yönetenleri “Ilımlı muhalefet” olarak yansıtıyor. Basılan gazetelerin her bir satırında ülkenin kudretlisine, “olmazsan, olmazdık” kadirşinaslığı hakim. Şimdi kim çıkıp bu alçakgönüllülüğe, “yalakalık, kraldan daha kralcı” diyebilir ki? Sümme haşa!
Sadece uluslararası meselelerde değil içeride de yeni bir dil, yeni bir lisan, yeni bir literatür yaratılıyor. Pozitif, insanın içini ısıtan cinsten. E ama zaten “Yeni Türkiye, ustalık dönemi iktidarı” dediklerinde anlamalıydık bu yeni lisanı. Bu lisana göre “zam”, “fiyat artışı” kavramları tarihe karıştı; artık “fiyat güncellemesi” var. “Kayyım atamak” da neyin nesiymiş, “yeni görevlendirme” yapılıyor. 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma, “facia” değil; “kader”, “fıtrat”. Ülkede işsizlik yok, “iş beğenmeme” var. “Lüks ve şatafat” denilmesine de bakmayın, yapılanların tümü “itibar harcamaları”
Listeyi çok daha çarpıcı örneklerle uzatmak mümkün. Ancak zaten herkesin her gün maruz kaldıklarının, “gerçek” diye sunulan yalanların bir kez daha taşıyıcılığını yapmayayım. Gerçekleri böylesine çarpıtan, bilinç bulandıran, bir süre sonra kendi yalanına inanmaya başlayan basın, bir ülkenin başına gelebilecek en büyük beladır. Başka da belaya, başka da düşmana gerek yok. Üstelik, yıllar öncesinden tespit edildiği gibi basındaki bunca cehalet, ancak baskı ile, tehdit ile mümkün olabiliyor. Bu cehalete boyun eğmeyenler, bu cehaletin gönüllü köleliğini yapmayanlar, çıkarları için topluma karşı kara propagandanın bir parçası olmayanlar ise tehdit ediliyor, hedef gösteriliyor. Tıpkı kısa süre önce SETA’nın gerçeği yazmaya çalışan gazetecileri hedef göstermesi gibi. Bu satırları tamamlayıp gazeteye gönderdikten az sonra basın meselesini tartışacak bir platforma gidiyorum. Hayır yanlış tahmin ettiniz, bir seminere, bir konferansa, konunun tartışıldığı herhangi bir toplantıya davetli değilim. Bizler, tıpkı Kürt sorunu gibi basın meselesini ancak mahkemelerde tartışabiliyoruz. SETA’nın hazırladığı, Akit’in yayınladığı iddianamelerle yargılanıyoruz. Savcılar, hakimler bize neden “zama zam, savaşa savaş, işgale işgal, ölüme ölüm, katliama katliam” dediğimizi soruyor, bizi bununla suçluyor. Biz de gerçeği ve hakikati yazmanın sadece işimiz değil, bu ülkeye, bu topluma karşı borcumuz olduğunu savunuyoruz. Şimdiye kadar hepsi basın faaliyetleriyle ilgili en az 4 ayrı davadan yargılandım, yargılanıyorum. Hepsinde de gerçeği yazmayı, haber hakkını savundum. Bir kez daha haber hakkını, gerçeği yazma sorumluluğumu savunmaya gidiyorum mahkemeye. Muhtemelen yanımda meslek büyüğüm Hüseyin Aykol ve birkaç meslektaşım yer alacak. Bana verilebilecek en büyük ceza, bir gün hakikate ve gerçeğe ihanet ederek kişisel çıkarlar için topluma karşı yürütülen kara propagandanın bir parçası olmak olur. Hakikate bağlı kaldığım sürece gerisinin bir önemi yok.