Güç merkezlerinin her gün değiştiği, mevcut dengelerin bozguna uğradığı, dost ve düşmanın çok hızlı yer değiştirdiği bir dünyada, yeni düzen denklemlerinin ve alternatif dinamiklerin ortaya çıkması beklenir bir durum olsa gerek. Birleşik Devletler’in FED üzerinden dünyaya parmak sallamasının yanı sıra öne çıkardığı sosyal-ekonomik-siyasal silahlarla devam etmesi, Suriye savaşı üzerinden Rusya’yla indirekt temas halinde olması bile ne denli tehlikelerle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Suriye sahasını garantiye alan Rusya daha da aşağı inmek için şansını her geçen gün zorluyor, Almanya eskiye dönme arzusunu Avrupa Birliği içinde sağlamaya çabalıyor, Fransa Ortadoğu hayallerini tekrardan canlandırıyor, İngiltere ise eski haritaları yeni cetvellerle ölçmeye çalışıyor. Küresel güçlerin bölgesel müttefikleriyle halklara karşı amansızca sürdürdüğü ağır ekonomik ve filli savaşların gölgesi anbean büyüyor. Hepsini ortak hareket noktasıysa kurulmakta olan bu yeni düzen denkleminin içinde olabildiğince güçlü bir pozisyonu kapmaktır.
Batı hattında bütün bunlar olurken Doğu cephesinde başta İran, Türkiye, Mısır ve Suudiler olmak üzere birçok bölgesel güç küresel birer veya birden fazla gücün gölgesine sığınarak coğrafik alanı yakın planda kontrol etmeye çalışıyor ve yer yer ilhaklarda bulunuyor. Küresel ile bölgesel kötülüğün sonucunda ortaya çıkan vekâlet savaşları milyonlarca insanı yersiz yurtsuz bırakıyor. Bağlamın bu noktasından bakıldığında bugün Ortadoğu’daki vekâlet savaşlarının tipolojisi salt ekonomi-politik veya askeri-territorial değildir, aynı zamanda çoklu bir yeni semboller savaşına evrildiğini görüyoruz. Söz konusu savaşların kalibresi ve raconu ışık hızıyla değişecek kadar gayri-nizamı düzeyde seyrediyor. Büyük plandaki seri müttefik değişikliği sahadaki partnerin ani değişmesine yol açıyor ve böylece herkes bir şekliyle değeri için tekinsizleşebiliyor. Bu dengesizliklerin sonucunda hedefler değişiyor, yer yer kültürel varlıklar ve simgesel semboller hedef alınırken, zaman zaman söz düelloları, bazen şiddetle yoğunlaşan saha çatışmaları ve kimi zaman kontrollü ekonomik krizlerle de müdahale edilen yeni nesil bir savaş halidir bu.
Hem bölgesel hem de küresel ölçekte bütün bu kötülükler olurken, bunlara karşı yeni umutlar, fikirler, mücadele vs. yaşam modelleri de ortaya çıkmaktadır. Hiç şüphesiz bunların en başat olanlardan birkaçı dünyadaki ekoloji, kadın ve haklar mücadelesidir. Dolayısıyla değerler merkezlerinin değiştiği, alt üst oluşların yaşandığı dünyamızda aynı zamanda yeni fikir ve mücadele modellerinin de ortaya çıktığını görüyoruz. Bölgemizin en kanlı sahası olan Suriye’deki savaşın ortasında dünyaya gözlerini umutla açan Rojava, halkların varlık mücadelesi bunlardan sadece biridir. Dolayısıyla bugün salt Rojava’daki mücadele özgünlüğünde bile ne tür bir yaşam modelinin ortaya çıktığına tanıklık edebiliyoruz. BAAS’çı ulus-devlet statükosuna karşı başlayan başkaldırı halkların ortak direnişiyle İslam Devleti gibi bir zorba gücü yenerek hem yeni bir toplumsal örgütlenme hattını ördü, hem de bir yaşam modelini hayata geçirdi. Bugün hedefte olmasının en önemli sebeplerinden biri de budur. Bu yeni yaşam modeli klasik iki sistemin alternatifini oluşturan yeni bir toplumsal kurguya işaret etmedir ve adı da Üçüncü Yol’dur. Üçüncü Yol politik bir mücadele hattı olduğu kadar yeni bir yaşam modeli olarak da deneyimlendi Rojava’da. Üçüncü Yol terimini çıkış bağlamında tariflemekten kaçınan Öcalan, yeni bir savlaştırmayla mevcut kavramsallaştırmanın dışına çıkarak cesurca yeni bir tartışma kapısı araladı. Dolayısıyla Öcalan’ın kurduğu yeni diskurla, kuramın episteme gestaltı her ne kadar Anthony Giddens’in kavramsallaştırmayla fonetik bir çağırımı anımsatsa da semantik herhangi bir benzerlik söz konusu değildir. Lakin düşün dünyasında Üçüncü Yol’un teorisyeni olarak bilinen Giddens’ın bu kavramla esas çabası neoliberal dünya nizamına uyumlu birey formunu yaratmaktı, eleştirisini, direnişini ve mücadelesini değil.
Devletin orantısız büyüyen büyümesinin ortaya çıkardığı yeni semptomlara karşı birtakım Keynesyen iktisatçıyı yeni çözüm arayışlarına yöneltmişti milenyum öncesi yıllarda. Clinton ve Blair’in fikir dünyasındaki Üçüncü Yol’un bir neo-liberalizm semptomuna dönüşmesinin sebebi de aynı saiklerle ilgiliydi. İngiliz İşçi Partisi’nin Üçüncü Yol’a sarılmasının nedeni tamamıyla bununla alakalıydı ama içerik her zamanki gibi sosyal makyajın ötesinden başka bir şey değildi. Lakin günün sonunda Loch-Ness canavarı misali hep gölün dibinde kaldı ama hep üzerine konuşuldu. Dolayısıyla Üçüncü Yol düsturu Batı siyasi sistemi için eski bir hikayenin yeni bir anlatımla tekrar piyasaya sürülmüş halinden başka bir şey değildi.
Kapitalist sistemin bu hikayesine karşı yaratıcı, umutvar ve çözüm üreten yeni bir hikaye yazılmalıydı. Buradan hareketle Öcalan yarım asırlık etkin bir politik özne (Homos politicus) olarak politik düzlemin krizlerinden yola çıkarak Üçüncü Yol diskurunu kurdu ve politik pratiğin üretimine dayalı bir süreç başlattı. Çünkü yeni düzlemin çıkış ilkesi siyasal olan ile toplumsal olanın ayrımına yeni bir mücadele hattına her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardı. Bu temel gereksinimlerin bir gereği olarak Öcalan’ın kavramsallaştırması, geliştirip önermesiyle hem yeni bir mücadele yolunu ortaya çıkardı hem de mevcut sistemlere alternatif bir yaşam modelinin olgusal şemasını çizdi. Giddens’ın yanı sıra söylemsel kökeni Bill Clinton ve Tony Blair’e uzanan popülist-eliter bu kavramı ontik halini ilerici bir diskura dönüştürmek önemli bir entelektüel efor gerektirdiği gibi teorik düzlemde de lenduha bir akla ihtiyaç vardı ve Öcalan bunu kendi siyasi geleneği için başardı.
Söz konusu düzlemin teorik bağlamı, bugün Rojava pratiğinde ifadesini bulan Üçüncü Yol’un ideolojik ve politik altyapısını oluşturmuş yeni bir politik belite işaret etmektedir. Bu kurguya göre esas politik özne yereldir, yerelin kaynağı halktır, kamu alanının tamamı ortaktır, halk etkindir ve irade sahibidir, iktidar halkındır ve seçimle belirlenen kurumlar, meclisler olarak oluşan yerel özneler yönetimin tamamını oluşturur. Dolayısıyla Rojava halklarının çoğulcu yapısı ve demokratik özerklik temelinde pratikleştirdiği bu yol salt bir mücadele hattı ve alternatif bir yaşamın modeli değildir, aynı zamanda kapitalist sistemin siyaset felsefesinin ve bölgesel modernist hareketlerin karşı karşıya kaldıkları kavram ve söylem krizlerine de radikal bir cevap ve yeni bir dünya yolu gibi karşımızda duruyor!