Bir daha asla yaşanmayacak dediğimiz 1930’ların karanlığı tüm dehşetiyle üzerimize geliyor.
1945 sonrası dünya düzeninin kurucusu ABD, Çin’in meydan okuması karşısında bocalıyor, korkuyor. Dehşet dolu 1900’lü yılları geride bırakan Avrupa, göçmen dalgası karşısında yeniden geçmişin hayaletlerine sarılıyor.
Macaristan’dan Polonya’ya, Avusturya’dan İtalya’ya, hatta İngiltere’den Almanya’ya ve 1900’lü yılların egemen devleti ABD’ye uzanan bir ırkçılık, milliyetçilik elbisesini giyerek yeniden hortluyor.
1980’lerden sonra dünyayı sarmalayan, Fukuyama’ya “tarihin sonu” kitabını yazdıran özgürlük, çoğulculuk, kapsayıcı kurumsallık yerini popülist liderlerin, kendini halkın sadece temsilcisi olarak değil, aynı zamanda ruhu olarak sunan tek adamların baskıcı, dışlayıcı, tekçi anlayışına bırakarak tarih sahnesinde geri çekiliyor.
Demokrasinin kaleleri birer birer düşerken, geride sadece sandık kalıyor. Olağanüstü haller, olağanüstü yasalar, rıza göstermeyenlerin hain ilan edildiği uygulamalar çoğu kez çoğunluğun onayı ile değil, yüzde 30-40 inanmış bir azınlığın desteği alınarak yapılıyor.
Çoğulcu demokratik hukuk devletinin altını boşaltmaya soyunan bütün ülkelerde izlenen yöntem, kullanılan dil aynı:
Çoğulculuk, özgürlük, temel insan haklarına saygılı bir devlet, fırsat eşitliği ve adalet taleplerini çoğunluğun ortaklaştığı değerler olmaktan çıkarıp kimlik siyasetine hapsetmek… Sonra çoğunluğun talebi olarak hakim kimliğin değerlerini ülkenin bekası ve gücü için olmazsa olmaz kılarak tüm farklı sesleri susturmak…
İşe, önce küçük küçük adımlarla toplumun vicdanını nereye kadar zorlayacaklarını test ederek başlıyorlar. Korku ve belirsizlik iklimini hakim kılarak, ‘asla olmaz’ denen kötülüğe yol vererek toplumu sersemletiyor, suskunluk sarmalını kalıcılaştırarak çoğunluğu, insanlık suçlarının ortağı haline getiriyorlar.
Trump’ın Orban’dan, Kurz’un Morawiecki’den farkı yok. Hepsi de ülkelerinin büyüklüğünü ve gücünü tehdit eden içeride ve dışarıda sürekli yeni düşmanlar yaratıyorlar. Meksikalılar, göçmenler, müslümanlar, anayasal kurumlar, gazeteciler, entelektüeller, sanatçılar…Tıpkı 1930’ların dünyası gibi…
Tarihi an’lar, tarihi seçimler, devletin bekası ve gücü için tarihi müdahaleler, çatışmalar, operasyonlar karşısında ürkek, şaşkın ve suskunuz.
Türkiye’de de yaşananlar farklı değil. Eski yıkılıyor. Yeni dediklerinin 1900’lü yılların bir kopyası olduğunu son dört yıllık deneyimimizden biliyoruz. 2014 yılında Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesiyle başlayan bu yolculuğumuza noktayı OHAL altında gidilen 24 Haziran seçimleriyle koyduk. Artık yeni bir rejim ve sistem var.
Bu dört yılı her gün çok büyük bir olay yaşayarak geçirdik. Her olay bize dünü unutturdu, toplum olarak varlığımıza ağır bir darbe vurdu. Dün de yarın da büyük ölçüde önemini kaybetmiş gibi…
24 Haziran ile büyük bir kırılma yaşayan toplumun anı yaşamak ve ona göre pozisyon almaktan başka pek bir şeyi kalmadı elinde. İktidar ve yandaşları şimdi 1900’lü yılların imparatorluk nostaljisiyle, modern devlet rasyonelitesine sırtlarını dönecekler. Ve ne yazık ki, bu nostalji onları krizsiz yaşayamaz hale getirecek. Bunun bedelini ise hepimiz ödeyeceğiz.
Unutmayalım, Erdoğan Türklerin tarihsel misyonunun dünya hakimiyeti olduğunu sık sık tekrarlıyor. Bu tarihsel misyonun iç ve dış düşmanlar tarafından akamete uğratıldığının altını çiziyor. Yeni devletin anahatlarını ve temel politikalarını büyük ölçüde bu yaklaşım belirleyecek.
1900’lü yılların tıpkısının aynısını yaşamamak için öncelikle, muhalefetin demokrasinin OHAL’in kısıtlamaları altında gidilen bir seçimde basit bir kazanan-kaybeden oyunundan çok ötede bizi insan kılan tüm değerleri açığa çıkaran bir zorunluluk olduğunu kavraması gerekiyor. Bunun için de, demokrasi mücadelesinde ortaklaşarak yeni rejimin kalıcılaşmasının önüne geçmeleri ve her türlü baskıya rağmen yeni rejime rıza vermeyen milyonlarla birlikte yeni bir siyaset yapmanın yolunu bulmaları şart.