Aysun Kayacı, on yıl önce filan başımıza ‘dağdaki çoban’ hikayesini bela ettiğinde muhtemelen kötü niyetli değildi. Öyle spontane döküldü ortaya muhabbet ve ondan sonra da, yüz yıldır kimselerin hatırını sormadığı, insan yerine bile koymadığı çobanlar üzerinden yeni bir ‘demokrasi’ tanımıyla karşılaştık. AKP medyası, bildiğimiz sınıfsal ayrımların yerine, ‘elitler-halk’ ayrımı gibi bir şeyi ısıtırken, memleketin iliğini sömüren bir azınlıkla üç kuruş için imanı gevreyen milyonlar arasındaki çelişkiyi gitgide bulandırarak yoksulların öfkesini -çoğu orta sınıftan olan- CHP’lilere, ama sadece onlara da değil, genel olarak aydınlara, yazarlara ve AKP’ye muhalif olan kim varsa onlara doğru yöneltti. Sandık, sandıktan çıkmak, yüzde şu kadar oy almış olmak, her şeyin ama her şeyin tek açıklaması haline geldikçe, hukuktan ahlaka kadar bütün diğer ölçütler değersizleştirildi, ‘milli irade’nin tecellisi, her haltı yiyebilmek için yeterli sayılmaya başlandı. Son Kanal hikayesinde olduğu gibi, ‘Milletim bana şu kadar oy verdi, demek ki İstanbul’u ortasından cart diye ikiye ayırabilirim’ diyebilen mantık, aynı kuralı Hasankeyf’te de, ekonomide de, Efrîn’de de geçerli saydı.
Üstelik bütün bunlar, yaşadığımız coğrafyanın bir köşesinde ‘sandık’ tümüyle lanetlenirken, sandıktan çıkan belediye eşbaşkanları, milletvekilleri sapır sapır tutuklanırken yapıldı. Sadece bu coğrafyada olsa iyi, aynı ekip başka ülkelerde de kafasına göre takılmakta, mevcut rejimleri devirmek için silahlı ayaklanma düzenleyenleri bile alkışlamakta bir sakınca görmedi. Kaddafi’yi kan revan içinde bırakanlar çok demokratikti değil mi? Kafa kesici, tecavüzcü selefi çeteler ‘muhalif gruplar’ rütbesine nasıl yükseldi birden? Sorsanız şimdi bu ülkede milyonlarca insan Suriye’de seçim olmadığını, Esad’ın kral filan olduğunu sanır mesela. Ya da ‘ama Esad’ınkisi demokratik seçim değil ki’ diye kıvranır. Sanki bizde barajlarla, medya ablukasıyla, sandık başı eşkıyalığıyla yapılan seçimler pek bir matahmış gibi. Sanki bütün o engelleri aşıp ipi göğüsleyenlerin neredeyse tümü şimdi hapiste değilmiş gibi.
Ama o kadarla kalmadı sandık tapınması ve sanki zaman içerisinde bize de sirayet etmeye başladı gibi. Abartıyor olabilirim. Örneğin kayyumlar meselesinde kullanılan ‘seçilmişler-atanmışlar’ söyleminde bir sıkıntı görmüyorum, tamam. Neticede, orada bir irade gaspı var. Ortaya bir sandık koyuyorsun, vatandaş oyunu kullanıyor ve sonra ‘hayır sen yanlış kişiyi seçtin’ deyip seçileni hapse atıyorsun, kendi memurunu da zırhlı araçlarla götürüp koltuğuna oturtuyorsun. Bu başka bir şey ve elbette böyle bir durumda sandığı ve sandıktaki her oyu sonuna kadar savunmak görevimizdir. Aynı şey, İmamoğlu’na ‘sen İstanbul’a karışma’ diyen vandallık için de geçerli. Ama bir taraftan da bu, çift yönlü bir bıçak gibi. Bir Orta Anadolu ilinde, her türlü ırkçı-gerici icraatını ‘seçilmişlikle’ meşrulaştıran belediye başkanları, daha yukarıda da saray üstüne saray yaptıranlar madalyonun öteki yüzü olabilir örneğin.
Bunun da ötesinde bir şey de var ayrıca. Sesli (daha doğrusu yazılı) düşünüyorum, kusur edersem affola ama sanki öteden beri solun ‘demokratik yol’ söyleminde de bir sıkıntı var gibi. Ben geçmişte çoğu kez, ayaklanma ve silahlı mücadele kavramlarının karşıtı olarak ‘demokratik yol’ kavramının kullanıldığına tanık olmuşumdur, hâlâ da öyledir. Sanki Vietnam halkının yaptığı ‘anti-demokratik’ bir şeymiş gibi! Tabii ki kastedilen bu değil biliyorum ama kulak tırmalayan bir yanı var kavramın.
Ya da misal, Sol ve Kürt hareketi yıllardır ‘demokratik alan’ diye bir alan tanımlaması yapar. Tamam, zorunluluktan belki ama ne bileyim, yine de bir tuhaf geliyor insana.
Ya da ‘legal’ ile ‘meşru’ kavramları arasında da belli bir gerilim vardır. Kamu emekçilerinin ilk dönemini hatırlıyoruz mesela; bütün yasal engellere rağmen yapılan her şey bal gibi ‘meşru’ydu. Ya da şimdilerde baktığımızda Lübnan’dan Irak’a, Şili’ye dek uzanan ve kimsenin mevcut ceza yasalarını takmadan sokaklara fışkırdığı başka bir süreç var ve tümünde de yasalar sokaklarda yeniden yazılıyor.
Yani, ezcümle, dünyanın bir köşesinde bir iktidar (ya da iktidar değil de bir yasa, bir politik durum) ‘sandık’ dışında bir yoldan değiştirildiğinde, bu, otomatik olarak anti-demokratik bir durum sayılamaz. 26 Temmuz Hareketi Havana kapılarından içeri girdiğinde bana sorarsanız pek bir demokratikti. 15-16 Haziran’da Demirel’i geri bastıran kuvvet de demokratikti, Gezi’de yaşanan da demokrasinin zirvesiydi, hatta sonraki durum ne olursa olsun Tahrir bile öyleydi.
Netice itibarıyla, altı ayda bir seçim yaşayan ve arada geçen zaman diliminde ‘hele bir sandık önümüze gelsin bak biz neler yapacağız’ diye düşünmeye alıştırılan bir memleketin evlatları olarak belki de bu konuda ayarlarımıza yeniden bakmamız gerekiyor. Şimdilik yanıtlarımız kesin olmasa da, ‘Kanal’ vesilesiyle en azından sorularla işe başlayabiliriz.