Tarım Mahsulleri Ofisi (TMO) Genel Müdürü Ahmet Güldal geçtiğimiz günlerde, ‘Buğday ithalatından 1.4 milyar dolar kazandık’ diye açıklama yapması dikkat çekiciydi. Türkiye’de 1998 yılında 9,8 milyon hektar alanda buğday ekimi yapılırken 2019 yılında bu rakam yaklaşık yüzde 30 azalarak 6,9 milyon hektara düştü. TMO’nun işlevi tarımsal üretimleri desteklemek ve üretilen ürünleri depolarında saklayıp zamanı geldikçe tüketime sunmak olduğu biliniyor. Ancak TMO’nun bu işlevi yok edilerek ‘Lisanslı Depoculuk’ uygulamasına geçildi. Artık depolama işleri özel sektöre devredilirken üreticiler şirketlerin oyuncağı yapıldı.
Tarımsal üretim süreçlerinde tüm kontrolün sermaye kesimlerine devredilmiş olması, mevcut iktidarın tarım politikalarının bir özeti. TMO bir ithalat şirketi özelliğine kavuşurken kamu malı olan gayrimenkulleri satışa çıkarıldı. TMO silolarının üzerinde yazan ‘ofis çiftçinin kara gün dostu’ vurgusu yok edildi ve ofis sermayenin hizmet aracı yapıldı. Sermaye, kontrolünü eline geçirdiği her türden mekanizmayı kendi birikim aracına dönüştürdüğü bilinir. Bu noktadan bakınca, Türkiye’de tarımın sermaye kontrolüne verilmesiyle birlikte tarımsal üretim, şirketlerin hedeflerine göre belirlenmeye başladı. Sözleşmeli tarımla çiftçiler kendi toprağında köle durumuna getirildi.
Şirketler yani sermaye kimsenin gözünün yaşına bakmaz. O, doğası gereği sadece kâra odaklanır. Bu nedenle dünyada ortaya çıkardığı ekolojik kriz onu ilgilendirmez. Halkın uyanışı karşısında böyle bir gelişmeyle ilgilenme zorunluluğu oluşursa, bunu demagojik olarak ele alıp bu durumu yeni birikim alanları yaratmanın bir aracı kılar. Tarımın kontrolünü ele geçiren sermaye genetiği değiştirilmiş (GDO) tohumlarla üretimi organize ederken hem toprağı hem de çiftçiyi köleleştirir. Günümüzde sermayenin ulusal özelliği ortadan kalkmış ve tamamen dünya kapitalizminin bir parçası haline gelmiştir.
Türkiye’de sermaye, entegre olduğu dünya kapitalist sisteminin kontrol ettiği ve ürettiği tohumlarla ekim işini organize etmesi gerekmektedir. Yaşanan bu süreçte sermaye iktidarı kolaylaştırıcı işlevini yerine getirerek sermayenin taleplerine odaklanır. Bu amaçla tohum yasası hazırlar, tarımsal ithalatın önünü açar. Önce hayvansal yemlerde GDO’lu ürünlerin yer almasını yasal hale getirir. Dünyanın birçok ülkesinde serbestçe GDO’lu tohumla üretim yapılırken Türkiye’de bundan azade tutulamayacağı tartışmaya başlanır.
Dünyada, GDO’lu tohumla yapılan üretim alanı 1996’da 1,7 milyon hektar iken, 2016’da bu rakam 185.1 milyon hektar alana genişlemiştir. Bu durum kapitalizmin bu bağlamda attığı adımların büyüklüğünü göstermektedir. AKP iktidarı hayvan yemi olarak 36 çeşit mısır ve soya çeşitlerine GDO izni vermiştir. Geçtiğimiz günlerde GDO’lu 16 pamuk türüne lisans verilmiş olması bir yanlışlık sonucu yaşanmamıştır. Bu durum Türkiye’de GDO’lu tohumla üretim yapılma hazırlıklarının sadece bir parçasıdır. Tüm bunların üstüne Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olan Dr. Alpaslan Alkış’ın GDO üzerine verdiği fetvanın eklenmiş olması üzerinde durulması gereken bir durumdur.
İlahiyatçı Alkış’ın, “GDO’lar çağımızda ortaya çıkan yeni bir durum olması nedeniyle ayet ve hadislerde açık hükmü bulunmamaktadır. GDO’larla ilgili hususlar ‘maslahat’ ve ‘mefsedet’ ekseninde incelenmelidir. GDO’ların insanlık için açık yararları bulunmaktadır ve caizdir” sözleri sermayenin ve onun kolaylaştırıcısı olan iktidarın GDO’lu tarımın Türkiye coğrafyasının tümünde özgür bırakılmasının bir hazırlığı olduğu anlaşılmalıdır. İktidarın tarım politikaları çiftçiyi ya üretimden uzaklaştırmış ya da borç batağı içine sokmuştur. Sermaye için bütün koşullar artık hazırdır. GDO’lu tohuma geçilmesinde çiftçinin bir itiraz gösterebilme koşulları ortadan kalkmıştır. Bunun yanında Kanal İstanbul’da olduğu gibi ‘ben yaparım’ tutumu, iktidarın ‘zor’ gücünü elinde tutarak halkı baskılayabilme gücünü rahat kullanabilmesidir.
GDO’lu tarım; kendi dışındaki tüm tarım şekillerini ve özellikle ekolojik tarımı yok eden ‘totaliter’ nitelikte bir teknik olarak nitelenmektedir. Hem GDO’nun hem de iktidarın totaliter yapısı onları yakınlaştırmaktadır. Bu nedenle birbirlerine bakarken yabancılık çekmezler. İşte bu yakınlaşmayı görünür kılmak gerekir. Bu görünürlük ise fetva yoluyla sağlanır. Aynen devlet bankalarına ödenen faiz caizdir fetvası gibi. Her şey sermayenin ihtiyaç ve hedeflerine göre ele alınır ve uygulamaya konulur. Elbette bu durum kader değildir. İnsanlar bu durumun kader olmadığını gördüğünde halkların ve doğanın haklarını temel alan bir dünyaya ulaşılması mümkün olabilecektir.