Hayatımda ilk kez bir apartman toplantısına katıldım. Ankara’nın havasından mıdır suyundan mıdır, apartman gündemi ülkede yaşananlardan farksız; memleketin küçük bir proto-tipi gibi. O binanın etrafında dolaşan koca koca hesapları, iktidarcılığı, rant ilişkilerini, cinsiyetçiliği, türcülüğü görünce kafanız büyür.
Tanık olsanız, sanırsınız ki 26 daireli bir binanın gündemi değil de Ortadoğu’nun kadim ve çözülmemiş sorunları tartışılıyor. İnanamayacağınızı biliyorum ama bina yönetimi için açık ya da örtük bir şekilde muhtıra talebinde bulunanlar, darbe isteyenler var. Binada yaşayan yaşlı akrabaları adına toplantıya katılıp, “asayişi” bozduğunu düşündüğü kişiler için “Ben emniyettenim, gerekirse ekip gönderir aldırırım” diyerek gözdağı verenini mi dersiniz, dizlerinde derman kalmadığı için “bilmem kaç numaralı dairede oturana ders verecek delikanlı” arayanını mı dersiniz; ne arasanız bulursunuz. Apartman toplantısında “ecdadımız” diyerek söze başlayan ve bu sözlere “aman efendim dünyada gezmediğim yer, görmediğim medeniyet kalmadı” diyerek karşı çıkacakmış izlenimi yaratan ve başka bir perspektifle meseleye yaklaşacağı beklentinize oynayan fakat uzun anlatılarından sonra ecdadın ne kadar kıymetli olduğu teziyle sözünü bitirip insanı ters köşe yaparak hayal kırıklığı olan insanlar var. “Güvenlik – özgürlük” tartışması başlatarak, mutlak bir güvenlik savunusu ile kendi ömrünü tüketmiş olmasının hıncını henüz ömrünün baharında olan insanlara kesmeye çalışanlar var. Bu kadar renkli, derin ve hesapçı bir toplantı bileşenini MİT’in Ortadoğu masası toplantısında bulmazsınız.
Aslında zoraki ve mecburi gitmiştim toplantıya ama gittiğim iyi oldu. İyi ki “Senin ne işin var o toplantıda” diyenlere kulak asmamışım. Nihayetinde toplantıya giderken benim de kendime göre bazı stratejik hesaplarım vardı. Toplantıya katılmamla kartların yeniden karılmasını, dengelerin değişmesini bekliyordum. Ama işte “burası Ortadoğu, burası kurtlar sofrası” gerçekliği ile karşılaştım. Daha merhabalaşırken bile “kaç numaralı dairede oturuyorsunuz” sorusunu sorup cevabını beklemeden, “hım evet, sizin 6 aylık birikmiş aidat borcunuz var” diyerek sizi gafil avlayan; ileriki aşamalarda borcunuzu, yapacağı her hamle için pazarlık kozuna dönüştüren stratejik derinliğe sahip güzel ülkemin nadide insanlarıyla karşılaşıyorsunuz. Bunları Libya’ya gönderilecek birliğin komutanı yapsanız Hafter 3 haftaya kalmaz teslim bayrağı çeker vallahi.
İşte toplantısını yaptığımız bu binanın bir süredir soğuk savaş yaşamasına sebep olan, binayı iki kutba ayıran ciddi bir kedi sorunu var ve bu sorun toplantının ana gündemi oldu. Kediler yokken kedilerin kaderinin tartışılmasını içime sindiremedim. Bu duruma itiraz edecektim ama sonra Soçi’yi, Cenevre’yi, Astana’yı düşünüp, dünyanın hiçbir yerinde sorunların muhataplarıyla tartışılmadığını bilince çıkararak bu düşünceden hızlıca uzaklaştım.
Oturduğumuz binanın bahçesinde yaşayan ve apartmandan en fazla 3 ailenin sahiplendiği bir düzine kedi, apartmanın diğer sakinleri tarafından bir süredir savaş gerekçesi haline getirilmiş. Her toplantıda bu konu gündeme geliyor, imzalar toplanıyor, nutuklar çekiliyor. Gerekçe hep aynı: “O kediler gidecek, binamızın kirlenmesini istemiyoruz. Biz hayvanlara karşı değiliz ama isteyen evinde beslesin…” Haliyle otoriter, nobran, kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımayan yaklaşımla; kediyi sahiplenen, onların yaşam hakkını savunan bir başka yaklaşımın çelişkisi apartmanda varlığını sürdürüyor.
Mesele o kadar ciddi ki, tarafsız bölgede olsun diye toplantı sevgili Veli’nin (Saçılık) Cafesi’nde alındı. Bizim Vengo Cafe’de kedi meselesini masaya yatırdığımız toplantı aşağı yukarı Hafter ile Sarrac’ın, Türkiye ve Rusya’nın girişimiyle Moskova’da bir araya geldiği ve yine aynı anda Türkiye ve Rusya’nın Libya’ya paralı askerler gönderdiği bir döneme denk geldi. Gazete manşetleri o dönemde Moskova’dan, “Türkiye’nin büyük başarısıyla ateşkes” haberleri geçerken, bizim kedi krizimiz için pek umutvar bir durum yoktu. Ahmet Hakan’ın bu “büyük Libya ateşkesi başarısı” üzerinden muhalefete “ayar” verdiği yazıyı kaleme aldığı, olmayan ateşkesin güzellemesini yaptığı dönemlerdi.
Neyse ki Moskova’daki “ateşkes” müjdesi, basınımızın yarattığı “barışçıl” hava bizim gergin atmosferimizi dağıttı. Moskova’daki zirveden ne eksiğimiz var dedik ve biz de kendimizi iktidarın barış hikayesine kaptırdık. Yoğun tartışmalar sonucunda binanın yeni reisi seçildi. Kedi meselesi ise Soçi, Cenevre, Kahire, Astana toplantılarına bırakılmadan bir sonraki genel kurul toplantısına kadar ertelendi. Taraflar pozisyonunu, mesele ciddiyetini koruyor, geri adım atan olmadı. Ama şimdilik 3’üncü Kedi Savaşı durduruldu.
Fakat bu işin de garantisi yok. Her an ertelenmiş kriz patlak verebilir. Bizim kedi meselemizi arabulucular kaşıyabilir. Komşu apartmanlardan, provokasyon amacıyla ajan kediler bizim bahçeye gönderilebilir. Bütün bu şerhleri düşerek erkenden ateşkes sevincini yaşatmak ve olmayan ateşkes üzerinden caka satan Ahmet Hakan’ın durumuna düşmek istemiyorum. Kesin nihai bir barış anlaşması olursa paylaşmaktan mutluluk duyarım tabii ki. Ne de olsa kedinin yaşam hakkını sadece ona iyilik olsun diye savunmuyorum; kendi yaşam ve özgürlük hakkımız, bazen herhangi bir canlının yaşam ve özgürlük hakkını savunmaktan geçiyor.