Boris Vian’ın ‘Kasaplığın El Kitabı’ oyunu, aklımıza birbiri ardına darbeler vurup geçiyor ve kafamızı karıştırıp komik de trajik de olmayan tuhaf bir algı yaratıyor. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama zor bir durum olduğu kesin
Uzun yıllar önce, cezaevindeyken, ilk kez elime bir Boris Vian romanı aldığımda (sanırım ‘Günlerin Köpüğü’ydü), ilk beş altı sayfadan sonra canım sıkılmış ve dil bilen bir arkadaşa gidip “Yahu bunun çevirisi çok kötü galiba” diye yakınmıştım. Arkadaş, şöyle bir baktı elimdeki kitaba, karıştırdı biraz, “Çeviride bir şey yok” dedi, “Boris Vian okuyorsun, olur o kadar…”
Vian’ın “Kasaplığın El Kitabı” oyununu izlemeye giderken bu eski deneyimim aklımdaydı aslında ama yine de gafil avlandım. “Bu biraz garip adamdır, muhtemelen absürdün çivisini çıkaracaktır ama eh, bakarız artık” dediydim kendime. Pek öyle olmadı ama. Epey zorladı beni ve sanırım bütün salonu da. Böylece artık, bu oyunun niye bu kadar az sahnelendiğini de anlamış oldum. Zor bir oyun “Kasaplığın El Kitabı” çünkü. Çok sayıda karakterin sağdan soldan, kapıdan bacadan hiç durmadan sahneye boca edildiği, sahnenin de böylece tam bir curcunaya dönüştüğü bir büyük şamatadan söz ediyoruz. Oynaması da yönetmesi de zor.
II. Dünya Savaşı’nın sonlarında, Normandiya çıkarmasının yapıldığı bölgedeki bir kasabadayız ve tam da şu çok bilinen deyimde olduğu gibi herkes can derdindeyken kendisi ‘mal derdine’ düşmüş bir kasap abimiz var. Tuhaf bir anne, daha tuhaf bir komşu ve ikisinin de adı anneyle aynı olan (Marie) iki kız tabloyu tamamlıyor ve tabii bir de absürd biçimde biri Amerikan ordusunda, diğeri Sovyet ordusunda paraşütçü olan bir kız ve bir oğlan daha var. Neden böyle? Onu bilmiyoruz. Boris Vian öyle istemiş. Tek bildiğimiz şey, Marie’lerden birinin, silik bir Hitler havası veren ama bütün gün fosur fosur uyuduğu için en önemli savaşlara hep geç kalan kafadan bacaklı bir Alman askerine tutulması üzerine Kasap abimizin kızını evlendirme telaşına düşmesi. (Öbür kızı sormayın. O herkese tutuluyor!) Bunun için o hengâmede aileyi bir araya toplamaya kafaya koyan kasap, bir yandan de beş dakikada bir patlayan bombalardan kendisi ve evini kollamak zorunda. Dışarıda kan gövdeyi götürür ve evin tuğlaları habire patır patır dökülürken, arada bir pencereden bakıyor ve şöyle diyor: Yine başladılar gürültüye!
Büyük kargaşa
Sonra? Sonrasını ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Çıplak gözle izlemesi zor çünkü! Artık Allah ne verdiyse! Hiç durmadan sahneye girip çıkan bazen kumar oynayıp bazen dans eden, sık sık üniforma ve ses tonu değiştiren, bazen de silahlarını, hatta topunu dükkana emanet bırakıp tuvalet soran Amerikan, Fransız ve Alman askerleri, (hatta bir de çeşit olsun diye Japon paraşütçü!), rahibeler, papazlar, izci kızlar… Akıl erdirmek mümkün değil, mühim de değil zaten. Her şey çığırından çıkıyor giderek ve bütün bunların ortasında tek sabit karakter olarak, irili ufaklı günahlar için yaratılmış bir tür ‘özel cehennem işletmesi’ olarak hizmet gören kapaklı bir gayya kuyusu! Yutuyor, kusuyor, sonra yeniden yutuyor ve nihayet zaten en sonunda tümünü birden midesine indiriyor.
Doğrusu süresi bu kadar uzun tutulmuş bir oyunda bütün bu ayrıntıların içine girmemiz mümkün değil; belki de bu istenmiyor. Vian, savaşla, askerlikle olduğu kadar, savaşın yanı başında ‘saçını taramakla meşgul olan’ karakterleriyle de dalga geçiyor. Ama bunu o kadar karmaşık ve o kadar algıyı zorlayan ardışık darbelerle yapıyor ki, birini akılda tutup kavrayacak kadar zaman bile bırakmıyor bize. Misal, Eugene Ionesco’nun “Gergedan”ı da çok fena absürd oyundur ama siz, bir süre sonra Gergedan’a ve diğer karakterlere biraz vakıf olur, oyunun içine girerek muhakeme yürütmeye başlarsınız. Kasap Efendi, o kadarına pek fırsat vermiyor ve bana sorarsanız zaman zaman arada anti-militarist ‘mesaj’ bile gürültüye gidiyor; yani oyunun içine dâhil olmakta zorlanıyorsunuz.
Sahne tasarımı ise başka bir âlem! Gerçekten, anlatması zor, yaşamak lazım yani! Kimileri çok gösterişli sahne tasarımlarını sevmez, olabilir, ben severim ama dakika başı patlamalarla sarsılıp sağ sola tuğla püskürten bir gerçekçilik düzeyi bana bile ağır geldi. Hakikaten ustalıklı ve inanılmaz bir tasarım. O kadar ki, arada (emek-sendika sayfası editörlüğüm hasebiyle) gidip elle yokladım tuğlaları: İş ve işçi güvenliği her şeyin başı! Hele bir son sahne var ki, of! Aman tanrım! Sahnenin nasıl toparlanıp bir sonraki oyun için hazır hale getirilebildiğini anlamakta zorlanıyor insan.
Cesur bir iş
Sonuç itibarıyla, tabii ki Boris Vian zor bir yazar, oyun da zor bir oyun. Elini bu taşın altına sokan yönetmen Burak Karaman’ı da, bu müthiş dekora imza atan Behlüldane Tor’u da cesaretlerinden ötürü kutlamak gerekiyor. Okuyucu, bütün bu yukarıdan beri sıraladığım gevezelikleri de lütfen bir ‘tiyatro eleştirisi’ gibi algılamasın. Oyun izleyip ne hissettiyse onu kağıda döken sıradan biri olarak her izleyicinin kendi deneyimlerini yaşayarak kendi fikirlerini oluşturmasını isterim sonuçta. Tek yapmak istediğim şey, üç-beş kişilik sakin oyunlara alışmış izleyicinin bir anda yirmi beş kişilik bir büyük kargaşa ile yüz yüze gelmesinin şokunu önceden haber vermek ve aşırı doz Boris Vian’ın yan etkilerine dikkat çekmek. Bundan daha fazlası değil. Gidin ve görün! Çıktığınızda, ne düşünürseniz düşünün, onu bilemem ama verilen emek ve enerjiye saygı duyacağınız kesin.
————————————————–
Kasaplığın El Kitabı
Yazan: Boris Vian
Çeviren: Ayberk Erkay
Yöneten: Burak Karaman
İstanbul Devlet Tiyatrosu /
Cevahir Sahnesi