Türkiye, gündemlerin üst üste bindiği, bindirildiği bir ülke. Bu, AKP’nin çok bilinçli olarak benimsediği bir şey. Sürekli biçimde ‘çılgın projeleri’ ya da ‘iç ve dış hainleri’ öne çıkarmak, bunları bazen tek tek, bazen de tümünü birden ısıtarak ortaya koymak, böylece devamlı bir alarm halini sıcak tutmak, artık bildiğimiz bir AKP taktiği. Ama öte yandan, mesele sadece bir gündem değiştirme, bir şeyle başka bir şeyi gizleme meselesi de değil; yani her zaman değil. O açıdan ‘kanal’ hikâyesini basit bir siyaset hilesi olarak göremeyiz. Topçu Kışlası da bir tür fantezi gibi görünüyordu o zamanlar ama izin verseydik pekâlâ yapılacaktı. Çünkü bu, aynı zamanda bir iktidar olma/iktidar sürdürme biçimi ve bu yüzden, öyle görünüyor ki, konu, önümüzdeki günlerde ‘kanal’ın ötesinde bir siyasal muhalefetin zemini olacak. Gezi zamanında pek meşhur olan “mesele ağaç değil” sözü o gün ne kadar doğruysa bugünkü “mesele kanal değil” sözü de o kadar doğru ve tabii ki yarım doğrudur. Yani o gün bizzat ağaçların kendisi bir meseleydi, bugün de kanalın yol açacağı tahribat tabii ki ciddi bir meseledir.
Şimdiki sorun, bu alandaki muhalefetin nasıl bir anlayışla ve hangi araçlarla yürütüleceği sorunudur. Bu açıdan, önceki gün hem Avcılar’daki zincir eylemi, hem de bu tür işleri organize eden ‘Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu’ gibi bir yapılanmanın ısınmaya başlaması son derece önemlidir, iyi bir başlangıçtır. Gezi sonrasının İstanbul’u, artık hiçbir şeye sıfırdan başlamıyor. Geride çok ciddi deneyimler ve örgütlenme refleksleri var, yerellerin küllerini eşeleyip canlandırabileceği enerji kaynakları var.
Problem daha yukarıda görünüyor. Yukarıdaki eğilim, yerele ve sokağa değil, üst düzey açıklamalara, “ben sayın cumhurbaşkanımızı ikna ederim’ gibi fantezilere, çalıştay/sempozyum gibi halka dokunmayan işlere ve esas olarak partiler düzeyindeki ilişkilere daha fazla bel bağlıyor şu anda. Dahası, bu eğilim, politik alanda bütünsel bir muhalif tutuma sahip olmadığı için güven de vermiyor. Her ‘milli’ meselede iktidar yancılığına soyunan, özellikle Kürtlerle ilgili her tür tezkere, vs. işlerinde ellerini kaldırmaya gönüllü olan, milyonlarca insanı temsil eden HDP ile aynı fotoğraf karesinde görülmemek için kırk takla atan ve en önemlisi de, kanal ya da başka bir mevzuda işler karışıp sokaklar ısındığında -herhangi bir beka sorununu bahane edip- geri çekilmeye hazır olan bu eğilimle yürümenin çeşitli güçlükleri var.
Yanlış anlaşılmasın, tek tek insanlardan söz etmiyorum. Bunca yıllık deneyimden sonra, ‘muhalefet’ denilen toplamın, çeşitli muhaliflik düzeylerinden oluştuğunu, bütünsel ve cepheden bir duruşun herkes için mümkün olmadığını, gerekli de olmadığını öğrendim. Beğenmeyici, küçümseyici tutumları da doğru bulmam. Bir insan ya da bir kurum, yaşamın bir alanında bir tutum alıyorsa, neden X alanında da tutum almadığını -sosyalist, devrimci olma iddiası yoksa eğer- yargılamam. Bu tür konularda, bariz iktidar yalakalığı, ırkçılık, kadın düşmanlığı, vb. gibi bazı kırmızı çizgiler tabii ki vardır ama nihayetinde toplumsal muhalefet, geniş bir platformdur, herkesi orada tutmak da önemli bir şeydir. Bütünlüklü tutumlar ise, toplumsal kaynaşma içerisinde gelişir; sokağa çıkar bir şey yaparsınız, sonra o şeyin tek başına yetersiz olduğunu, aslında şunun da değiştirilmesi gerektiğini düşünürsünüz ve bu böyle gider… İnsanlar dururken değil, yürürken öğrenir çünkü. Dolayısıyla, hayvanlara eziyete karşı çıkan birini, niye başka bir şeye de karşı çıkmadığı sorusundan muaf tutabiliriz belki. Ama bu tek insanlar için geçerlidir, siyasal yapılar için değil. Bir muhalif parti, iktidarla ilgili bütünlüklü tutum ortaya koymak zorundadır. Kadın cinayetleri konusunda iktidarı eleştirip, kadınlara zulmeden selefi çetelerin sevkine ilişkin tezkereye evet derseniz, ‘gazeteciler tutuklanmasın’ derken, özgür basın emekçilerine reva görülenlere ses çıkarmazsanız, vs. vs. o zaman filan eyleme (örneğin Kanal İstanbul) çağırdığınız insanlar şöyle bir durur. Kimsenin de ‘şunlar niye pek katılmıyor’ gibi gevezelikler yapma, komplo teorileri üretme hakkı olmaz. Neticede insanlar, inandıkları partiler-kurumlar ne kadar çağrı yaparsa yapsın içlerine sinen eylemleri benimserler; kimse robot değildir yani.
Bütün bunlara rağmen sosyalistler, Kürtler ve bu ülkenin devrimci demokrat insanlarında bu konuda bir tereddüt yok. Herkes bunun bir rant projesi olduğunu, neler döndüğünü biliyor. Mesele, bütün bu güçlerin nerede ve nasıl bir araya getirilebileceğinde. O noktada da, bana sorarsanız, üste fazla güvenmemek, Gezi’den edindiğimiz deneyimlerle daha aşağılarda, insanların hızlıca ve önyargısız olarak buluşup hareket edebildiği, bütün partilerin tabanını kesebilen zeminlerde çalışmak, daha garantili bir yoldur. Daha önce yaptık, yeniden yapabiliriz. Rengine, diline, dinine bakmadan birbirimizin elini tuttuk, yine tutabiliriz. Ve tutmak zorundayız.
İstanbul İmamoğlu’nun değil çünkü; bizim!