Tarihin başlangıcından yani yazının bulunmasından önce de din, toplum üzerinde en büyük etmendir. Yazının icadından beş bin yılı aşkın süre öncesinden kalan tapınakları hala büyük bir hayranlıkla, şaşkınlıkla seyretmekteyiz. Egemenler, toplumu diledikleri gibi yönetmek, zapturapt altına almak için dini kullanmışlardır. Çoğu zaman egemen, aynı zamanda din adamı olmuş, değilse bile din adamlarıyla uyumlu geçinmek zorunda kalmıştır. Ruhban sınıfı her zaman devlet üzerinde önemli ölçüde etkili olmuştur.
Papalar, Ortaçağ boyunca imparatorları baskı altında tutmuşlar, yalınayak ayaklarına kadar çağırabilmişlerdir.
İslam Halifesi, aynı zamanda devletin de başıdır. Bağımsızlık ilan eden Sultanlar, Halifeden icazet almışlardır. Osmanlı Halifeleri her ne kadar bazı konularda Şeyhulislam’dan fetva almak durumundalarsa da kendi dini sıfatları nedeniyle fetvayı bir şekil şartı olarak görmüşler ve diledikleri gibi yazdırmışlardır.
Ortaçağ karanlığına son veren Aydınlanma ile birlikte Batıda, laik düşünceler ortaya çıkmış ve Papa’nın hükümranlığı son bulmuş, adeta sembolik bir hal almıştır. Din, devletin dışına itilmiş, devlet kendi işini Papa’ya danışmadan yürütmeye başlamış.
Osmanlı’da ise 1517’de Yavuz Selim’in hilafeti üstlenmesiyle birlikte devletin daha çok Bizans devlet geleneklerine dayalı kısmen laik dokusu tahribata uğramış ve bana göre gerileme dönemi o tarihte başlamıştır.
Osmanlı’nın yıkılışından ve Cumhuriyet’in ilanından sonra yapılan bir anayasa değişikliğiyle Türkiye Cumhuryeti’nin laik olduğu kabul edilmekle birlikte laik bir devlet yapılanması olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Şöyle ki:
– Her ne kadar “laik devlet” denmişse de Evkaf ve Şeriye Bakanlığı yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkede tek mezhebin hakimiyeti esasına göre örgütlenmiştir. Tüm din hizmetleri, devlet eliyle yürütülmüş, Anadolu’nun her tarafına okuldan çok camiler yapılmıştır. 1960 öncesi öğrencilik yıllarımda Elbistan’ın yüz kadar köyünün yalnızca birinde cami varken günümüzde elliye yakın Sünni köyün yalnızca merkezinde değil, mezralarında da cami var, imam ve kayyım kadroları var. Ama bu köylerin birçoğunda okul bulunmamaktadır. Kışın dört beş yaşlıdan ibaret kalan köy nüfusunun varsa öğrencileri yakın köylere gitmekte, imam kimi zaman tek başına namaz kılmakta.
– Laikliğin topal yanının en belirgin bir diğer özelliği de ancak 1990’larda kaldırılan Türk Ceza Kanunu’nun 163. Maddesi’ydi. Bu madde ile hem dini düşünce ve davranışlar zapturapt altına alınmakta, hem de Sünni İslam’a uymayan mezhepler korumasız hatta yasak hale getirilmekteydi.Tekke ve zaviyelerin ilgasına ilişkin kanunla başta ülke kültürünün temelini oluşturan Alevilik ve Bektaşilik gibi insan-tanrı ilişkisini farklı ele alan inançlar dışlanmış, maddedeki “devletçe tanınan dinler deyimiyle korumasız bırakılmışlardır. Sünniliğe hakaret suç sayılmış, Aleviliğe hakaret, Diyanet İşleri Başkanlığı’na sorularak “böyle bir din olmadığı” cevabıyla cezasız bırakılmıştır.
Demokratik yaşamın olmazsa olmazı olan laikliğin eksikliğinin ya da yokluğunun en önemli etkisi ise eğitimde kendini göstermektedir. Tüm okulları İmam Hatip Okulu haline getirmeye çalışan AKP iktidarı, özellikle 1980’den itibaren hızla düşen eğitim kalitesinin daha da düşmesine yol açmıştır. Okumanın zararlarından söz eden, Hazreti Nuh’un oğluyla cep telefonuyla konuştuğunu söyleyen, İslam Devleti Anayasası hazırlayıp Mehdi’nin gelmesine hazırlık yaptığını söyleyen “prof”ların YÖK’te, rektörlük makamlarında, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlık görevlerinde bulunduğu bir devlette laiklik gibi eğitim de yerlerde sürünür elbet.
Eğitimin geldiği noktayı belirtmek için iki küçük örnek yeterlidir sanırım. Uluslararası yarışmalarda matematik ve fen alanlarında en geride kalan öğrencilerimiz, sınavlarda da hiçbir dersten on üzerinden beşi bulamamakta, fen derslerinde 1-2 gibi dereceler almaktadır.
Televizyondaki bir yarışma programında iddialı üniversite mezunları, “güvey” sözünün karşılığının “damat” olduğunu -ki diğer şıklar çok aykırı idi- bilemeyip seyircilere sormakta, seyircinin ancak yüzde yetmişi doğru cevabı verebilmekte.
Sayın Erdoğan, “dindar ve kindar nesil yetiştirmek”ten “artık inancımıza uygun bir yaşam biçimi sağlamak zorundayız” deme noktasına gelmekle devlete hakim kılınmak istenen düzenin ne olduğunu ortaya koymuştur.