Kürt halkı başta olmak üzere Türkiye halkları 2015 yılı haziran ayından bu güne sistematik bir devlet şiddeti ve kuşatma ile karşı karşıyadır. Anayasa, yasalar ve demokrasinin askıya alındığı inkar, imha ve asimilasyon politikalarının güncellendiği, Kürt halkının tüm hak ve özgürlüklerinin yok sayıldığı, yurttaşlık hakkının elinden alındığı “kayyım siyaseti” ile yurttaşlıktan çıkartıldığı “özel hukuk/egemenlik hukuk” uygulamaları ile karşı karşıyayız. Özelde Kürt halkına karşı uygulanan bu özel hukuk genelleşerek Türkiye’de kadınları, işçileri, emekçileri, demokratik muhalefeti kısacası iktidara karşı olan tüm toplumsal kesimleri kapsayacak şekilde genişlemiş durumdadır.
G. Agamben, “İstisna Hali” isimli kitabında “Modern totalitarizm istisna hali aracılığıyla yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir” diyor. Bu belirlemeyi Türkiye’de 2015’ten bugüne yaşanan siyasi sürecin okuması açısından ele alırsak, “başkanlık sistemi ile bütünleştiremedikleri demokratik muhalefeti ve yurttaşları kendilerine bağımlı kılamadıkları herkesi, siyasi hasımlarını siyaseten etkisiz kılmak, bertaraf etmek için hukuk mekanizmasını en etkili bir şekilde iktidarın hizmetine sundular.
Mevcut koşullarda istatistiklere ulaşma imkanımız pek olmasa da TBMM’deki bütçe görüşmeleri sırasında HDP’nin paylaştığı rakamlar hukuk mekanizmasının nasıl bir işlev gördüğünü tüm çıplaklığıyla göstermektedir. Buna göre, 2015’ten bugüne Türkiye’de siyasetçi, akademisyen, gazeteci, sendikacı, sivil yurttaş 1 milyondan fazla insan hakkında işlem yapılmış, sadece 15 bin HDP’nin eş genel başkanları, belediye eşbaşkanları, milletvekilleri ve yöneticisi gözaltına alınıp tutuklanmış. Bu süreçte iktidarın siyasi, ekonomik, kültürel, diplomasi gibi alanlarda yürüttüğü politikaları eleştiren ve bunu sosyal medyada paylaşan on binlerce yurttaş hakkında yasal işlem yapılmış durumda.
Çeşitli bahaneler
İktidarın politika ve uygulamalarını eleştirmek “suç” olarak değerlendirilmektedir. Sadece bu da değil, insanlar toplu taşıma araçlarından tutalım çalıştıkları iş yerlerinde veya sokaktaki sohbetleri ya da konuşmaları nedeniyle mahkeme karşısına çıkarılacak kadar pervasız bir saldırı ile karşı karşıya kalmışlardır. İnsanlar artık görüşlerini ifade etmekten çekinir oldular. Çünkü her an çeşitli bahanelerle gözaltına alınıp tutuklanabilirler. Agamben, “Kutsal İnsan” kitabında “İçinde yaşadığımız çağda istisna durumu her geçen gün biraz daha temel siyasal yapı haline geliyor ve nihai anlamda da kural olmaya başlıyor. Çağımızda yürütülen, yerleştirilemeyenlerin daimi ve göz önünde bir yere yerleştirmeleri çabasının sonucu olarak toplama kampları ortaya çıktı. Nomos’un bu orijinal yapısını tek kabul eden mekan -cezaevleri değil- kamplardır.” Gerçekten de hukuksuzluğun hukuki bir kural haline getirildiği Türkiye’de cezaevleri politik tutsaklar açısından toplama kampından farksız.
AKP- Saray rejimi 15 Temmuz darbe girişimini bahane ederek Türkiye’de olağanüstü hal ilan etti. Parlamento askıya alınarak ülke KHK’lerle yönetilmeye başlandı. Daha sonra OHAL kalksa da uygulamaları mevcut iktidarca sürdürülmeye devam ettirildi. Tüm ekonomik, siyasi, kültürel, sportif vb. alanlarda alınan karar ve uygulamalar “demokratik hukuk devleti”ne göre değil sarayın hukukuna göre geliştirilmektedir. Adalet terazisi yaşamın her alanında bozulmuş durumdadır. Agamben, “İstisna halinin temel niteliği, hukuki düzenin (bütünsel ya da kısmi) askıya alınması ise, bu askıya alma nasıl olur da yasal düzenin içinde yer alabilir? Nasıl olur da hukuki düzen içinde bir yasasızlığa yer verilebilir” sorusuna yine kendisi “Aslında istisna hali, hukuki düzenin ne dışında, ne de içindedir. Normun askıya alınması ortadan kaldırılması anlamına gelmez veya askıya almanın kurduğu yasasızlık bölgesi, hukuk düzeni ile bağlantısız değildir” cevabı vermektedir. Türkiye halklarının karşı karşıya olduğu gerçeklik de budur.
Rejimlerin gerekçeleri
Cumhur İttifakı olarak ifade edilen faşist iktidarın uyguladığı hukuk düzenini “İstisna hali ve OHAL hukuku” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu uygulamalara “devletin korunması ve kamu güvenliğinin sağlanması” gerekçesine dayandırılmaktadır. Hitler de iktidarı alır almaz “halkın ve devletin korunması” kararını ilan etti. Bu karar, Weimar Anayasası’nın kişisel özgürlükleri ile ilgili maddelerini askıya alıyordu. 1926’da İtalya’da faşist rejim benzer bir gerekçe ile “acil durum ve mutlak zorunluluk” gerekçelerine dayanarak olağanüstü hallerde uygulanacak bir yasa çıkarıyor. Bu yasaya göre “zorunluluk ve acil durum hakkındaki hüküm, parlamentonun siyasal denetimi dışında başka bir denetime tabi değildir” denilerek hükümet yetkili kılınıyor. Kararnamelerin yasaya dönüşmesi için parlamentonun onayına sunulması gerekiyordu ancak meclislerin her türlü özerkliği yitirmiş olmaları sunumu gereksiz kılmış. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Hatırlayacağınız gibi acil durum bahane edilerek çıkartılan KHK’ler uygulandıktan sonra Meclis’e sunulmuştur. Siyasal kriz anlarında acil durum KHK’lerine başvurulması, binlerce yurttaşın haklarının ancak yasa yoluyla sınırlandırılabileceğini öngören Anayasa maddesinin askıya alınmasının yanı sıra, bu hukuksuzluk olan bir yasa biçimine dönüşmüştür.
Politikaların kıskacı
Güçler ayrılığı şeklindeki demokratik ilkenin ortadan kalktığı ve yürütme erkinin yasama erkini (tamamı olmasa da) bünyesine katması, eşitlik, demokrasi ve özgürlükleri askıya almakla birlikte bu alandaki adalet ve hukuk mücadelesini de baltalıyor. Yurttaşlara, devletin baskı ve zulüm politikalarına karşı kendi hak ve özgürlüklerini güvenceye alacak bir dayanak bırakılmamış durumda. Özellikle Kürt yurttaşlar bu konuda çok daha derin bir haksızlıkla karşı karşıyadır. Şu an yaşananlar Kürt halkının bırakalım hak ve özgürlüklerini kullanmayı, mevcut uygulamalarla fiilen yurttaşlıktan çıkartılmışlardır. 1990’lı yıllarda Kürdistan’da uygulanan OHAL uygulamaları faşist iktidarca güncellenmiş, hatta daha pervasız uygulamalarla genişletilmiştir.
Güvenlikçi politikaların bugüne kadar sonuç vermediği Kürt sorunundaki çözümsüzlük, baskı ve zulüm politikası, “kayyım siyaseti” ile sürdürülmektedir. Önce belediye eşbaşkanlarımız hakkında uydurma, yalan fezlekeler düzenlenmekte, soruşturmalar açılmakta, daha soruşturma sonuçlanmadan ikinci gün kayyım atanmaktadır. Kürt karşıtı siyasetin hem iç hem de dış politikasının belirlendiği, işgal, talan, ekonomik sömürü, hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı bir Türkiye doğal olarak ekonomik ve siyasi kriz yaşamaktadır. Anayasa ve yasaların askıya alındığı, parlamentonun göstermelik, işlevsiz bir kurum haline geldiği, demokratik muhalefetin baskı altına alındığı bir yönetim demokratik olamaz. Tek dil, tek millet, tek inanç diyerek tekliliği esas alan bu rejimin adı olsa olsa faşizm olur. Faşizm karşısında yapılması gereken mücadeleyi ve direnişi yükseltmektir. Mevcut durumun sürdürülemez olduğunu herkes söylüyor. Ancak faşizmin karşısında güçlü bir örgütlenme ve mücadele açığa çıkartılmazsa mevcut durumu engelleyecek kendiliğinden bir gelişmenin olmayacağının da bilinmesi gerekiyor. O nedenle yapılması gereken tek şey kendi demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü siyasetimizi, toplumsal sorunlara çözüm perspektifimizi, halklarla buluşturmak için yaşamın tüm alanını örgütlemektir. Haklarımızın, kadınların, işçilerin, inançların özlemini duyduğu, eşit özgür, demokratik bir “yeni yaşamı” inşa etmek, umudunu gerçekleştirmek için kendi gücümüze güvenmek ve kendimizi güçlü bir alternatif haline getirmek sorumluluğu ile karşı karşıyayız.
Yeni bir yıla girdik. Geçen yıl zorlu ve mücadele ile geçti. 2020’nin de mücadele ile geçeceği kesin. Savaşsız, şiddetsiz, sömürüsüz, kadın katliamlarının, cinsel istismarın son bulduğu, işçinin, emekçinin hakkını aldığı, doğanın talan edilmediği, herkesin eşit, özgür, adil, demokratik, barış içinde yaşayacağı, kadınların özgürce dans edeceği bir yıl dileğiyle…