Şu ara elimde Murat Bardakçı’nın “Safiye”si var (İş Bankası Yayınları, 2017) var. Bir yandan da, Stockholm Kent Kütüphanesi’ne bağlı Uluslararası Kütüphanesi’nden ödünç aldığım, 3 CD’lik, “The Music of the Ottoman-American Diaspora 1916- 1929” adlı albümü dinliyorum. Bu herhalde 4. ödünç alışım. Ayrıca, derlemede müzisyenler ve Amerika’nın Osmanlı diasporasını massedişine ve döneme ilişkin hayli kapsamlı bilgilendirmede yer almakta. Coğrafyamızın zengin müzik mirasını yeni kuşaklara aktaran “Kalan Müzik” belki çoktan yayınlamıştır bu seçkiyi ya da programındadır.
Zaten Kafe Aman seçkisi ve diğerleri ile bunu kısmen yapmış vaziyette. İnsanlarımız ülkeye dönemese bile hiç olmazsa müziklerinin Kalan Müzik sayesinde, Kardeş Türküler sayesinde ortak kültür mirasımız, 80 darbesinin bellek silme siyasetine karşın, aktarılmaya başlandı. Belge Yayınları bunu Marenostrum dizisi ile farklı bir alanda yapmaya çalıştı.
“Osmanlı-Amerika Diasporası Müziği” New York’ta 1929 ekonomik krizine dek yapılan kayıtlardan bir derleme. Hani ne demişler “Baki kalan şu gök kubbede hoş bir seda”. Tabii, Osmanlı Diasporası, göç deyince, travma deyince, üstad Boğos Levon Zekiyan’ın Aras Yayınları’ndan (2018) yeni çıkan “Kayıp Kentten Manevi Vatana” adlı makaleler derlemesini el altında bulundurmamak olmaz. (Özellikle, “Osmanlı’nın Kendine Özgü Çoğulculuğu” adlı Ek. Hrant Dink Vakfı’nın 2010’da düzenlediği Kültürel Etkileşimler Konferansı’nda yaptığı konuşma). Amerika, Avrupa’da her devrim dalgasından, pogrom/etnik arındırma dalgasından sonra kabaran göç dalgalarının yöneldiği bir coğrafya oldu.
Şimdi, yeni bir altüstlük döneminde, farklı etnik ve inanç gruplarının, her şeye karşın bir arada yaşamaya, yani, Osmanlı dünyasının bazı özelliklerini taşımaya devam etmiş olan Suriye, Irak’tan sonra Türkiye de yeni bir dışarıya göçün başladığı ülke örneklerinden biri olmaya başladı. Türkiye’den gayrimüslimlerin göçü olgusu, adeta cumhuriyet tarihi ile paralel. Gayrimüslimler kendilerini yeniden güvensizlikte hissetmeye başladılar. Sistematik baskı sonucu, İstanbul’da sözde Lozan’ın güvencesi altında olan Rumlar zaten kalmadı gibi bir şey. Antakyalı Arap Ortodokslar olmasa, zaten artık kiliselerin bakımı, açılıp kapanması bile sağlanamayacak, okullara talebe bulunamayacak. Ermeni gençler ülke dışına gitmeyi düşünmeye başladılar yeniden. Yahudi toplumu hızla eriyor, antisemitizmin tavan yapması nedeniyle.
Sayıca az olmayan Alevi toplumu ve Kürtler ise, zaten her darbeden, “kirli savaş” dönemlerinden sonra en fazla göç veren toplumlar arasında. Güvensizlik duygusu bu eğilimi yeniden arttırmakta…
Fakat bütün bu “eski” olgular arasında, “yeni” olan bir şey var ise de, laik kesimler, “Beyaz Türk” diye tanımlanan kesimler arasında da, göç arayışının yükselen bir trend göstermesi. Bu yanıyla yaşanmaya başlanan olgu 1979 sonrası İran’da yaşanan milyonlarca “modern”, “laik” kesim mensubunun ülkeyi terk etmesini andırmaya başladı. Osmanlı döneminde çok renkli yapısı nedeniyle “Gavur İzmir” diye nitelen kentin, Balkan göçmenleri ile iskan olunan kentin yine “gavur” olarak nitelenmesi ilginç. Tekrar Osmanlı diasporasına dönecek olursak, farklı yörelere, hatta yeni “ulus devlet”lere göç edenlerin de pek sıcak kabul gördükleri söylenemez, karma kimlikleri nedeniyle.
Nasıl Balkanlardan gelenlere Türkiye’de nasıl “muhacir” denip aşağılanıyorlarsa, Hayastan’da “ahbar” deniyordu. Ellas’da “turkofonos” deniyordu. Çünkü onlar ortak bir coğrafyanın ortak kültürünü yansıtan insanlardı. Yeteri kadar Elen, Türk ya da Hay bulunmuyorlardı. 30’lu yıllarda ulus devletin altın yükseliş çağında, Yunanistan’da General Metaksas diktası sırasında Anadolu Rumlarının Rembetika müziği yasaklanırken, Türkiye’de de onunla örtüşmesi olan “Klasik Osmanlığı Müziği” yasaklanıyordu. Bu ise, bu müziği sevenlerin asıl Arabesk’e yönelmelerine, Kahire ve Bağdat radyosuna yönelmesine yol açıyordu. (Safiye Ayla kitabında bunun öyküsü var.)
İnsanlar acıları yanında türkülerini de taşıdılar “Yeni Dünya”ya ve onlara göre garip olan bu coğrafyaya neden geldiklerini sorguladılar. Belki sorgularlarken, belki de, “keşke şu yaşananlar hiç yaşanmasaydı” umutsuz dileği de vardı. Yeni Dünya’ya savrulanlar arasında, bir ut ve çello üstadı olan, Mekke Şerifi’nin oğlu Şerif Muhiddin de vardı. 1929 krizinden sonra, sağlık sorunları, parasızlık onu Türkiye’ye dönme kararını almaya sevk etti. Kapıyı üstadı olduğu ud ile değil de, çello ile aralayabildi. (Onun hikayesine bir başka yazıda devam edelim). Şimdi ise devran değişti. Çello out. Ud in! Devlet opera ve balesi out. Mehteran in! Haydi hayırlısı, Yallah tazyik!