Totaliter rejimlerin olmazsa olmazlarından biri, mega projeler. Diktatörlerin koltuklarına bağlılığını, büyük, çok büyük, en büyük yapılara olan sevdalarıyla ölçebilirsiniz adeta. Ellerinde başka şey kalmadığında, halkın gerçek ihtiyaçlarına cevap vermek bir yana onların boğazından kısarak yapılmış, kendi sultasının bekası dışında kimseye faydası olmayan sözde ‘yerli ve milli’ projelerle yürütürler iktidar gemilerini.
O nedenle, 1150 odalı saray, Ortadoğu’nun en büyük camisi, Avrupa’nın en büyük havaalanı falan derken Kanal İstanbul, yerli otomobil, vb. balonlar ne bizimkine özgüdür ne de yeni şeylerdir; akla ve mantığa ters olabilir ama ‘eşyanın tabiatı’ ile binlerce yıl öncesine kadar giden bir totaliterlik geleneğiyle uyumludur. Hükümranlığın en güçlü kılıcının din olduğu çağlarda devasa tapınaklar inşa edilirdi; ne de olsa Tanrı’nın evi kralın/hükümdarın da evi sayılırdı. Firavunlar kendileri veya eşleri adına şaşaalı tapınaklar, kendilerine de piramit şeklinde dev mezarlar yaptırmıştır, bildiğimiz gibi.
Nilolay Çavuşesku, Bükreş’in eski bir mahallesini yerle bir edip dünyanın en büyük sarayını inşaya giriştiğinde, aynı mega proje geleneğini günümüze taşımıştır. Gerçi sefasını sürmeye ömrü vefa etmemiş, bir anlamda o inşaatın çukuruna gömülmüştür; bazen de öyle olur. Hülasa, “İnşaat ya resulallah”, ima ettiği gibi sadece siyasi İslamcıların değil tüm zorbaların ortak sloganı sayılır.
Mısır diktatörü ve arkasındaki ordu, birkaç sene önce gösterişli bir tanıtım kampanyası eşliğinde, kâr payı hisseleri satıp halktan da para toplayarak Süveyş Kanalı’nın yanına ikinci bir kanal açtı. Havuz medyasından, kentleri saran billboardlardan vs. kanalın genişlemesiyle çöken ekonominin canlanacağı, gelirin ikiye katlayacağı propagandası yapıldı aylar boyunca. Büyük bir maliyetle kanal yapıldı, 2016 sonunda tantanalı bir törenle açıldı. Sonuç: Fiyasko. Açılıştan sonra gemi geçişiyle ilgili istatistikler önce üç ay boyunca gizlendi, sonradan hükümetin açıkladığı verilere göre ise gelirde artış bir yana yüzde 10’luk bir azalma olduğu görüldü.
Yani iddia edilenin tam tersi olmuş, yıkıcı çevresel etkileri bir yana, gemi taşımacılığında küresel ekonomik krizden kaynaklı gerilemenin de etkisiyle, sırf ekonomik bağlamda bile ölü bir yatırım olduğu daha üç ay geçmeden ortaya çıkmıştı. Sorun öngörüsüzlük müydü? Belki. Ama nereden bakılsa, rejim bu projenin hayalini satarak en az bir kaç sene idare etti. (Yeri gelmişken, 2018’de Boğaz’dan geçiş yapan gemi sayısının son on yılın en düşük rakamına indiği, 2007’ye göre yüzde 30’a yakın bir azalma olduğu Ulaştırma Bakanlığı’nın kendi sitesindeki verilerden görülebilir.)
Nüfusunun ezici çoğunluğun açlık sınırında yaşadığı Mısır’da, geçen yaz da yaptırdığı saraylarla gündeme gelen diktatörün mega projeleri bitmiyor: Bu aralar arkasındaki orduyla birlikte Kahire dışında çöl ortasında sıfırdan bir başkent inşa ediyor, tamamlanınca tüm idari ve askeri birimlerin oraya taşınması bekleniyor.
İlhamını, Burma’da (Myanmar) yeni bir başkent inşa ederek bir gece ansızın hükümeti ‘kamyonlara yükleyip’ yeni evine taşıyan askeri rejimden almış gibi görünen, gerçekten çılgın bir proje! Güvenlik teknolojisi ile donanmış, surlarla çevrili bir kaleden yönetecekler ülkeyi; olası halk hareketlerinin herhangi bir hükümet binasını hedef alması da önlenmiş olacak. Öte yandan, hükümete işi düşen vatandaşlar, herhangi bir resmi belge için yeni bir şehre gidip gelmek durumunda kalacak.
Aynı mantıkla, şu günlerde Tahrir Meydanı’nın göbeğinde aylardır süren hummalı bir hafriyat çalışması sürüyor. Ne tesadüf ki, tam da Lübnan, Irak, Cezayir gibi çevre ülkelerde meydanların dolduğu günlerde kuruldu şantiye. Arap devrimlerini sembolüne dönüşen Tahrir’i muhtemelen meydan olmaktan çıkaracak, kontrol edilebilir ve bol güvenlikli bir devlet avlusuna dönüştürecekler.
Mega proje geleneğini bu aralar ibretlik örneklerle sürdürmeye çalışan bir başka ülke, Hindistan. Yazının sınırlarına dayandık, şu günlerde öğrencilerin ve işçilerin başlattığı isyanla koltuğu sarsılan Modi’nin hikâyesini de gelecek yazıya bırakalım.