İran’ın önünde iki seçenek vardı: Birincisi, Kudüs Gücü Komutanı’nın öldürülmesine karşılık ABD’nin askeri varlığını, askeri ve sivil personelini hedef almak olabilirdi. Ancak, büyük can kayıplarına yol açabilecek olan bu seçenek, bir İran-ABD savaşını tetikler, İran’a karşı daha büyük çaplı ve yıkıcı saldırılara girişmesi için Trump’a altın tepsi içinde Kongre’nin desteğini sağlardı. Karşılıklı tırmanış, Irak, Suriye, Lübnan, İsrail, Türkiye ve Rusya’yı da hızla çatışmanın içine çeken bir dünya savaşı karakterine bürünebilirdi.
İkinci seçenek ise, ABD’nin karadaki asker yığınağını silahlı saldırılara girişmeksizin politik ve diplomatik yollardan bertaraf etmek -örneğin Irak’ı baskı altına alarak ABD askerinin ülkeden çıkartılmasını sağlamak- olabilirdi. İran ile savaşın eşiğindeyken Irak’tan çekilmek zorunda kalması ABD’nin askeri çıkarlarına büyük zarar verir, gerilimin vebali de Trump’ın hesabına yazılabilirdi. Öte yandan İran, uluslararası mekanizmaları işleterek ABD’ye -en azından kağıt üzerinde- yeni askeri müdahale fırsatı sunmaksızın uluslararası kamuoyunu da tartışmaya dahil eden daha geniş manevralara girişebilirdi.
ABD, dünyanın en büyük nükleer cephaneliğinin anahtarını ele geçirmiş bir çatlak Evanjelist tarafından yönetiliyor. ABD devlet düzeni, kapitalist toplumun tüm kötülük, cehalet, aç gözlülük ve kibrini kendisinde cisimleştirmekle maruf, insanlığın geleceğine ilişkin tahayyülü Armageddon hurafesinden ibaret bir lümpene istisnai -örneğin, General Süleymani’nin öldürülme emrini vermek, ya da bir nükleer saldırı başlatmak gibi- yetkiler sunuyor. Kasım Süleymani’nin ABD tarafından göstere göstere öldürülmesi de bir egemen devlet olarak İran’a bu cinayete mukabele hakkı veriyor. Ancak bu hak ve yetkilerin karşılıklı nasıl kullanılacağı hukuk ve diplomasiden çok bir siyaset ve medeniyet meselesi, ve bu kullanımdan doğacak sonuçlar itibariyle bir insanlık sorunu ve sorumluluğu.
Trump geçtiğimiz yıl, Pakistan’da Başbakan İmran Han’a hitaben “İstesem, Afganistan savaşını bir haftada kazanırım. Ama canım şimdi 10 milyon kişiyi öldürmek istemiyor” derken de Süleymani’nin öldürülmesinin hemen ardından İran’ı misillemeye kalkıştığı takdirde “kültür varlıkları”nı vurmakla Twitter’dan tehdit ederken de, esasen ABD siyaset ve medeniyetinin insanlık karşısında artık bir tehditten ibaret kaldığını itiraf ediyordu. O yüzden kimsenin Trump Amerikasından insanlık namına bir beklentisi olamazdı.
Ne var ki, Kasım Süleymani’nin katliyle imtihan edilen İran’ın Molla aristokrasinin de insanlık karşısında ABD’den daha yüksek bir medeniyet ve siyaset seviyesini temsil etmediği bu kriz vesilesiyle bir kez daha apaçık göründü. Kadınları kırbaçlayarak kapanmaya zorlayan, pazar yerinde vinçlere insan asan, protestocuları kurşunlayıp boğazlayan, özgürlükçü Kürtleri astırıp kurşunlatan Tahran’ın Şii aristokrasisi Süleymani’nin cenazesi dolayısıyla hazır “milli ve dini heyecan” da yükselmişken bütün bölgesel ve küresel hesapları bir kerede görmek için bütün seçenekleri bir arada uygulamaya soktu.
3 Ocak’ta Mukteda El Sadr Irak’da “Mehdi Ordusu”nun yeniden kurulduğunu ilan etti. 4 Ocak’ta İran Dışişleri Bakanı Zarif 2015 Nükleer Anlaşması’ndan çekilmemekle birlikte İran’ın anlaşmadan doğan kısıtlamalarla kendisini bağlı saymayacağını açıkladı. 5 Ocak’ta Irak Meclisi ABD askerî güçlerinin Irak’tan çıkmasını kararlaştırdı. 6 Ocak’ta ABD Ordusu çekilmeye başladığını Irak hükümetine bildirdi. 7 Ocak’ta İran Devrim Muhafızları Ordusu ABD’nin Irak’taki el-Esed ve Erbil üslerini karadan karaya 12 balistik füzeyle vurdu, İran Devlet Televizyonu en 80 ABD askerinin öldürüldüğünü (?!) duyurdu. ABD, misillemelere dönük yeni bir saldırı dalgasına hazırlanırken Britanya, Yeni Zelanda ve Avustralya’dan da orduların “teyakkuz halinde” olduğu haberleri geliyordu.
Tahran’ın krizi, Orta Doğu’da emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı barış ve demokrasiye yönelik bir halklar ittifakı için fırsat saymak varken Trump’ın dört gözle beklediği gibi boş böbürlenmelerle savaşa yönelmesi, Molla rejiminin iktidara tutunmak için tıpkı ABD’de azlin eşiğinde bekleyen Trump gibi savaşa, ekmek ve su kadar muhtaç olmasından. Hamaney ve Mukteda el Sadr yeldir yepelek Trump’ın kışkırtmasının peşine takılmasalar, daha bir ay öncesine kadar Beyrut’ta, Basra’da, Tahran’da, Kirmanşah’da zulme, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı ayağa kalkan yüz binleri Mehdi Ordusu’na yazılmak için askerlik şubelerinin önüne kim dizebilirdi?
Egemen dinin vaizlerinin iki bin yıldır yoksul ve umutsuz milyonlara okuduğu Armageddon ve Mehdî hurafeleri, Hristiyan ve Müslümanlara düşman ordularda birbirlerine karşı safa girsinler diye neredeyse aynı kelimelerle aynı öyküyü anlatıyor: “Kurtuluş birbirinizi boğazlamakta!”