“Dünya artık daha güvenli”. Mike Pompeo, İran Devrim Muhafızları komutanlarından Kasım Süleymani, Haşdi Şabi başkan yardımcısı Ebu Mehdi el Mühendis ve yanındakileri hedef alan ABD saldırısından hemen sonra bu açıklamayı yapıyordu. Bu açıklama yapılırken, ABD Ortadoğu ülkelerine asker göndermeye başlamış, savaş gemilerini Hürmüz Boğazı’na doğru yola çıkarmıştı. Muhtemelen Trump’ın Amerika’dan canlı izlediği İran’ın en önemli komutanlarından birisini hedef alan ve Irak’ta gerçekleştirilen suikast, teknolojinin devletlerin elinde nasıl korkunç bir silaha dönüştüğünü göstermesi açısından korkutucu bir örnek olmaya adaydır. Binlerce kilometre uzaktan insansız ya da insanlı uçaklarla insanlar hedef alınabilmekte ve katledilebilmektedir. Kemal Can’ın tarifiyle bu saldırı: “Sonu savaşa açılabilecek bazı hamlelerin, diğer aktörlerin karşılık verilebilme kapasitesine veya cesaretine bağlı olarak fütursuzca icra edilebilmesidir.” Sokakta ve basın organlarında herkesin büyük bir savaş tartışması yürüttüğü bir ortamda, sokaktaki vatandaş açısından bakıldığında söylenebilecek tek şey kalıyor; dünya yoksul halklar açısından artık hiç güvenlikli bir yer değildir.
Kasım Süleymani suikastı, sosyal medyada değişik tepkilerle karşılandı. Olayları ve olguları tarihsel düzleminden, zaman ve mekân bağlantısından kopararak, kişisel yargılar ve ahlâki değerler üzerinden ele alma alışkanlığının yaygın olduğu bir dönemin içerisinden geçiliyor. Böyle ele alındığı için saldırının siyasal ve sosyo-ekonomik boyutları ele alınmadan saldırıya uğrayanın ve saldırganın kimliği ekseninde tavır alınmaktadır. Saldırı politik bir suikasttır ve doğal olarak saldırıya yol açan politik beklentiler, bu beklentilerin bölge, dünya, ezilen halklar açısından sonuçları görülerek tavır alınmalıdır. Bölgede ve dünyada pek çok örnekte olduğu gibi Irak’ta, Lübnan’da, İran’da vb. ülkelerde bu tip operasyonlar, hemen her zaman milliyetçiliğin kışkırtılarak rejimlerin konsolidasyonu ve gelişmekte olan sosyal hareketlerin bastırılmasının aracı olarak kullanılmışlardır. Dış politikanın, iç politikanın bir aracına dönüştürüldüğü süreçte, ABD’nin bu saldırısı hem İran hem de ABD açısından kazançlı bir durum yaratmıştır. İran, son döneme damgasını vuran ve binlerce kişinin devlet tarafından katledildiği toplumsal hareketi bastırmanın zeminini yakalamıştır. ABD saldırısı sonrası gerçekleşen ve milyonların katıldığı cenaze törenleri, intikam yeminleri rejime karşı yükselen muhalefeti susturmanın toplumsal bir zemini olarak kullanılacaktır. Aynı zamanda kapıdaki savaş olasılığı toplumsal muhalefete “vatan savunması” söyleminin arkasında sıraya girmeyi dayatacak, bunu kabul etmeyenler vatan haini ilan edilecektir. Benzer durumun Irak, Lübnan ve bölgedeki monarşiler için de söz konusu olacağı öngörülmelidir.
Aynı zamanda bu saldırının, seçim sürecinde azil problemiyle uğraşan Trump tarafından “allahın lütfu” olarak kullanılacağı bilinmelidir. Ülkelerin dışarıda gerçekleştirdiği saldırgan eylemler çok uzun bir süredir hükümetler tarafından içerideki konumlarını sağlama almak için kullanıyor ve bu uğurda binlerce insanın kanının dökülmesi hiç umursanmıyor. Türkiye’nin Afrin ve Rojava saldırılarında ve son Libya tezkeresinin çıkarılmasında iç siyasetin belirleyici rolü herkesin malumudur. Emperyalizmin içerisine girdiği yeniden paylaşım süreci, yeni gelişen güçlerin dünya pazarına ve siyasetine çıkmasının bir sonucu olarak şekillenirken, kaçınılmaz olarak hem dünyanın yeniden paylaşılmasını hem de eski hukukun yeniden yazılmasını dayatmaktadır. Bu durum yeni hukuk tarif edilene kadar devam edecek, yeninin yazılması süreci ülkelerin birbirine güç dayatmaları ile gerçekleşecektir. Bu durum da, verili koşullarda gücü olanın her şeyi yapabilmesi durumunu yaratırken, güçsüz görülen ve zayıf kabul edilen devletler bu tür saldırıların muhatabı olmaktadırlar. Doğal olarak da bedel yoksul halklara çıkarılmaktadır. Sonu savaşa yol açılabilecek bazı hamleler, diğer aktörlerin karşılık verebilme kapasitesine veya cesaretine bağlı olarak fütursuzca gerçekleştirilebilmektedir. Türkiye uzun süredir benzer yöntemlere başvurmakta, özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadrolarına karşı benzer saldırıları gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Dönemin politik karakteri, devlet terörünün uluslararası hukukun temel aracı haline gelmiş olmasıdır.
Emperyalist devletler uzun bir süredir askeri, ekonomik ve teknolojik üstünlüklerine yaslanarak, sömürge ya da geri bırakılmış ülkelere isteklerini dayatmak, isteklerine direnen hükümet ya da güçleri saf dışı bırakmak için devlet terörünü kontrolsüz bir şekilde kullanıyorlar. Bu saldırganlık kimi zaman ekonomileri çökerten ağır yaptırımlar, kimi zaman askeri darbeler, kimi zaman vekil güçler tarafından yürütülen iç savaşlar, kimi zaman ise suikastlar olarak devreye girmektedir. Son tahlilde fatura yoksul halklara çıkarılmakta, halklar ağır bir yıkımla karşı karşıya gelmektedir. Mesele böyle ele alındığında Kasım Süleymani ve yanındakileri hedef alan saldırı iktidarların kendi varlığını sürdürebilmek adına gözlerini ne kadar karartabildiğini göstermesi açısından anlamlıdır. Söz konusu saldırganlık gösterileri giderek gerginleşen coğrafyalarda devletleri karşı karşıya getirebilecek çatışmaları tetikleme ihtimaline sahiptir. Aynı zamanda toplumsal hareketlerin emperyalizme ve kapitalizme karşı kapsamlı bir direniş hattı kuramadıkları sürece kendi hükümetlerinin bu çeşit saldırganlıkları ile karşı karşıya kalacaklarını görmesi gerekiyor. Emperyalizm her çeşit özgürlüğe düşmandır. Çağ, devletlerin terör çağıdır.