Siyaseti yapan aktörlerin ellerinde her zaman kozları, opsiyonları, kartları vardır. Doğal kaynaklar, coğrafi yapı, bölgesel konumlanma, nüfus yapısı ve miktarı, tarımsal potansiyel ve hayvancılık, teknoloji ve bilgi birikimi, askeri güç ve donanımı, din-mezhep ve bunun içte ve dıştaki bağlantıları, aynı şekilde politik yapı ve ideoloji bağlamında iç ve dış ilişkiler gibi birçok faktör sayılabilir.
Aktörler için nüfus belirleyici ögelerden biridir. Üretim ve tüketim kapasitesi, askeri güç olma potansiyeli. Kültürü, eğitimi, mesleki bilgi ve üretim kapasitesi, dinsel, etnik, kültürel çoğulculuğu vb faktörler her zaman önemli rol oynar. Günümüzde toprak büyütmeye değil, nüfusuna yatırım yaparak büyüyen ülkeler liderlik ediyor.
Türkiye’nin opsiyonları da çoktur. Tarımsal potansiyeli, coğrafyası, genç nüfusu ve teknoloji üretme kapasitesi, üretim ve tüketim potansiyeli, Avrupa Asya arasındaki coğrafyanın stratejik değeri, maden ürünlerine kaynaklık etmesi ya da petrol gaz gibi doğal kaynağın yakınında bulunması, geçiş bölgesi olması gibi. Ancak Suriye, Sudan, Irak, Katar’dan sonra Libya’ya girmeye çalışan devlet nüfusa yatırım yaparak değil, savaştırıp toprak kazanarak büyümeyi tercih etmektedir.
Balkanlarda uluslaşmaya karşı demografiye müdahale
Tarihsel kodlar bu kaderi çizmiş. Osmanlıdan günümüze Türkiye için esas mücadele konusu, nüfustur, demografidir. Osmanlı yayılma, gelişme, duraklama ve gerileme süreçlerinde hep nüfusla oynadı. Ulusçuluğun gelişmesi özellikle Osmanlı’nın batısında çok hızlı ve etkiliydi. Balkanlardan Doğu Avrupa’ya kadar olan bütün bölgelerdeki toplumların bilgi kaynağı, düşünsel etkilenme alanı Orta ve Batı Avrupa idi. Bu sayede fikri yapılanma, örgütsel gelişim, lojistik destek ve vizyon oluşturma babında egemenliğinde bulundukları İstanbul merkezli Osmanlı zihniyetinin önüne geçmişlerdi.
Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki toplumlar ulusal duygu etrafında birleşip imparatorluktan tek tek koparken. Osmanlı’nın şiddet, zor, ganimet ve göçertme yoluyla müdahalesi hiç gecikmedi. Makedonya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan ve bilumum bölgede gerçekleştirilen katliamların izleri, anıları hala canlı.
Merkezi yönetimin askeri güçler eliyle müdahaleleri yetmeyince halkı etnik, dinsel, mezhepsel olarak birbirlerine karşı kullanmış, kapı komşularının birbirinin kanına canına girmesine neden olmuştur. Mevcut bölgede bırakınız Müslim gayrimüslim çatışmasını, farklı mezheplere sahip Hristiyanlar da birbirine kırdırılmıştır.
Yine Hıristiyanları etkisiz kılmak için Balkanlar ve Doğu Avrupa’da Müslüman olmuş farklı etnik toplukları bir araya getirerek Hristiyanların mallarına el koymuşlardır. Yerel halk ise sürgün edilerek Orta ve batı Avrupa’ya gitmeleri ya da yerleşim yerlerine uzak bölgelere gitmeleri sağlanmıştır. Hatta bazı gruplar doğuya İstanbul, Marmara, Ege’ye yönlendirilmiştir ki, ana topraklarını kolay terk etsinler, terk ederken de değerlerini, bağlarını, dillerini, kültürlerini bırakıp güçsüz kalsınlar. Zaten bir toplum ana topraklarından koparsa artık zayıflar. Zamanla da yok olmaktan kurtulamaz. Tarih kayıtlarında sayısız örnek mevcut.
Nihayetinde sonraki yıllarda farklı etnik özelliklere sahip olsalar da Müslüman olmaları, ortak dil bağlamında resmi ve egemen olan Osmanlıcayı benimsemeleri ve zaman içinde yaygın kullanmaları onları kendi topluluklarından ayırmıştır. Sonraki on yıllarda bunlara Türklük atfedilmiştir. Çünkü Türklük de zamanla bir kimliğe bürünmüş, siyasallaşmış ve Anadolu ve balkanlarda, yani imparatorluğun etki alanında birleştirici önemli bir araca dönüşmüştür. Hem Avrupa ve Balkanlarda yükselen milliyetçi fikirler, Anadolu ve Trakya’da bir sorgulamayı, kimlik arayışını başlatmış, hem de Arapların özellikle Abdulhamid’in Pan İslamizim projesinin başarısız olması nedeniyle Türkçülük bir yeni bir milliyetçi dalga olarak birleştirici rol oynamış, değer kazanmıştır. Sonuçta Türkçülüğün ilk öncüleri de balkanlardandır ya da buradaki fikri akımlardan etkilenen kesimlerdir. Zaten bunun demografik yansıması sonraki yıllarda nüfus mübadelesiyle sonuçlanmıştır. Sade bir anlatımla söylersek Balkanlardaki Müslüman bir Rum Anadolu’ya gelip Türk kimliği ile hayatına devam ederken, Anadolu’daki Hıristiyan Rum topraklarından sürgün edilerek batıya gönderilmiştir.
Osmanlı eliyle nüfus dokusuna müdahale etmenin asimilasyonun, tarihi ulusal hareketler ve yansımalarından öncedir. İlk uygulama alanı da Balkanlardır. Gayrımüslim kategorisine konulan haklara her türlü zulüm reva görülmüştür. Çocuklara el konulmuş, dinlerine, dillerine müdahale edilmiş, asimile edilmiş, yeniçeri sistemiyle askere dönüştürülmüştür. Kadınlar cariye, hizmetkar, yaşlılar köle, hamal ve xulam/yarıköle, hizmetkar ve işçi olarak kullanılmıştır. Geri kalan nüfusunda malı ganimet olarak ya gasp edilmiş ya da cizye adı altında ağır vergiye tabii tutulmuşlardır.
Anadolu ve Mezopotamya’da nüfusa müdahale
Balkanlardaki uygulamaların benzerini Anadolu, Mezopotamya, Mağrip ülkelerinde de uygulamıştır. Mısır, Libya, Arabistan, Kürdistan’da Osmanlıya başkaldırılar kaçınılmaz olmuştur. Dindaş olmalarına rağmen Osmanlı farklılıkları çatıştırmayı, güçsüz düşürmeyi ve sonra da kendisi müdahale etmeyi hep tarz edinmiştir. Arapların birbirleriyle çatışıp bölünmesi, Asurilerin, Keldanilerin daha çok yerel güçler eliyle katliamları, Kürtlerin bir bölümünün iç Anadolu’ya sürülmeleri, Lazların Kürdistan’a yerleştirilmeleri vb arkasında Osmanlı’nın ya kışkırtması ya öncülük etmesi ya da yerel güçlerle ittifak edip birlikte saldırmasıyla neticelenmiştir.
Anadolu’daki isyanlar yüz yıllar sürdü ve bu isyanlar boyunca Aleviler, Ezidiler, gayrimüslimler büyük zararlar gördü. Göç edip parçalandılar. Yine bir sürü farklı küçük etnik ve dinsel grup yok olup gitti.
Ermeni Katliamı Osmanlı’nın katliam tarihinin bir finalidir. Taa Bizans’tan aldığı imparatorluk mirası ile biriktirdiği tecrübeleri bütünleştirip, planlı, sistematik bir katliam yapmıştır. O gün bugündür de söylem ve tarz aynen devam etmektedir. Bu zihni yapının nasıl kodlandığının önemli göstergesidir.
Kürtlerin nüfusu ayrı ayrı parçalanıyor
Kürtlere fiziki katliam yanı sıra ayrıştırma, çatıştırma ve asimilasyon da uygulanmaktadır. Din ve dilin lehçelerini kullanarak da toplumu parçalamaktadır. Alevi, Ezidi, Sünni ki onlarda Hanefi ve Şafi yine ayrı tarikatlarla ve geleneklere mensup oldukları için parçalılar, birbirlerine yabancılaştırdı. Alevilik ve Ezidilik ise sanki birer etnik kimlikmiş, sorunları da farklıymış, hatta devletten çok Sünnilerden-Kürtlerden zulüm görmüş gibi bir imaj yaratıyor ve Alevi ile Ezidinin görüntüdeki sığınağı oluyor. Ki bunlarda sığındıkları anda çaresiz ve yapayalnız kaldılar. Katliamların hacmi de arttı. Sünni Kürtler ise mezheplere, tarikatlara, aşiretlere bölündü. Son dönemde koruculuk ve aşiret aristokrasisi artık bir sosyo politik güç olarak sahnede yer almakta. Dini yapıların partileşmeleri ve siyasallaşmaları da mevcut ve her bir birimde ayrı ayrı kollardan devlete bağlanmaktadır.
Kürtçe’nin Kurmancı ile Dımıli/Kırmanci/Kırmancki/Zazaki lehçelerini ayrı dillermiş gibi başlayan söylem, şimdi iki ayrı etnik gurup varmış gibi algı oluşturmakta ve bu eksende örgütlenmeler yapmaktadır. Üniversiteler, bürokrasi, sivil toplum ilişkileri bu eksende şekilleniyor.
Türkiye sisteminde sadece eğitim ve asilimasyon yeterli görülmüyor. Toplum tüm gözenekleriyle parçalanıyor.
Peki bir faydası var mı?
Tarihte bu anlayışın fiziki ve psikolojik hastalık, öfke, cinnet yaratmaktan başka bir kazanımını görebildik mi? Bu topraklarda kırımdan geçmeyen hiçbir halk yok. Türkler dahil.
Şu an 4 milyon Suriyeliye de aynı yaklaşılıyor. Libya, Suriye, Irak, Balkanlara müdahale istemi de bu lanetli birikimden cesaret alıyor.