ABD, İranlı general Kasım Süleymani’yi öldürdüğünü açıkladı. Bağdat’ta gerçekleştirilen bir operasyonla Süleymani ile birlikte Haşdi Şabi’nin komutanı El Mühendis de öldürülmüş. 2020 yılına böyle bir haberle adım atmış olmak bütün bir yılla ilgili de bir şey söyler mi bilmiyorum. Ama insan, bu yılda komşularımızda işlerin daha da karışacağını düşünmeden edemiyor. Tabii komşularımızda işler karışınca bizde de işlerin karışma olasılığının artacağı açık. Üstelik de biz yalnızca komşularımızla değil neredeyse bütün dünyayla kavgalı olduğumuz için aslında bizim bu gelişmelerden belki de daha fazla etkileneceğimiz bile söylenebilir.
Evet dünya değişiyor. Daha doğrusu dünyada ulus devlet formu içinde bu formun değişimine ilişkin bir kıpırdanma mevcut. Tıpkı bir zamanların İmparatorluklarının başlarına gelenler gibi. Nasıl imparatorlukların kozmopolit toplumsal dokuları ile monarşik yönetimleri arasındaki gerginlikler İmparatorlukların sona ermesine ve ulus devletlerin kurulmasına yol açtıysa, benzer bir durum bugünlerde ulus devletlerde ortaya çıkıyor. Özellikle Batı’nın İmparatorluk sonrası homojen ve belirli bir ulusa dayanan yapıları göçlerle heterojenleştikçe, ulus devlet içinde bir “ulus devletin gerçek sahibi” olduğunu düşünen kimliklerle diğerleri arasında kabaran bir çatışma zemini oluşuyor.
Bugün Batı’da gördüğümüz gelişmelerin seyri bu yönde. Nasıl ki Amerika’da Trump’ı seçenler kendilerine “Beyaz Amerikalı” diyorlarsa, nasıl ki bazı İngilizler “Ülkemi geri istiyorum!” diyerek AB’den ayrılmak istiyorlarsa, tıpkı bu örneklerdeki gibi heterojenleşmiş bugünün ulus devletlerinde kendini ulus devletin “sahibi” gibi görenlerle diğerleri arasında kabaran bir dalga var.
Dünyada bir de bizim gibi kendi iç dinamikleriyle değil daha çok dış etkilerle devletleşmiş eski imparatorluk toplulukları da var. Bu, tırnak içinde ulus devletler başlangıçtan beri heterojen olduklarından bugünün dünyasında onların içinde bu kendini ülkenin “sahibi” gibi görenlerle diğerleri arasında benzer gerginlikler yaşanmakta. Bu durum özellikle Arap Baharıyla daha çok Orta Doğu ülkelerinde kendini göstermişti. Ulus devlet gibi duran ama gerçekte belirli bir kimliğin egemenliği çerçevesinde örgütlenmiş bu toplumlarda başlayan kavga henüz sona ermiş değil.
Yazı uzadı. O nedenle konuyu birkaç cümleyle de olsa Türkiye’ye getirmekte fayda var. Türkiye de başlangıçtan bu yana heterojen bir ulus devlet. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oluşturdukları daha çok Batılı değerler üzerinden oluşmuş bir “Seküler Türk” kimliği ile “İslami” değerler üzerinden kendini tanımlayan “Sünni-muhafazakar Türk” kimliği asıl belirleyici kimlikler. Bir de “Kürtler” ve Aleviler var. Günümüzün dünyasında dün Seküler Türkler kendilerini ülkenin “sahibi” olarak görüyorlardı, şimdi de “Sünni-Muhafazkar Türk”ler kendilerini ülkenin “sahibi” olarak görüyorlar. Siyasi kavgalar da bu iki kimlik arasında oluşmakta.
Fakat Türkiye’de Kürtlerin ve Alevilerin varlığı bu kavgaya bir başka boyut katıyor. Bu boyut da ülkenin geleceğinin bütün kimlikleri kapsayan yeni bir demokrasi ve ortak bir sahiplenme imkanı olarak ortaya çıkıyor.
Konuya devam edeceğim.