Bir savaş kararı ve üç sonuç
2020’ye yeni bir savaş kararıyla giriliyor. Aynen 2018’e Afrin’e yönelik başlatılan askeri saldırıdaki gibi. Bu seferki yer Suriye değil, Kaddafi ismiyle özdeşleyen Libya. Dünyanın el birliğiyle kan gölüne çevirdiği ülke. AKP hükümeti, Libya’ya asker göndermeyi içeren tezkereyi Meclis’e sevk edeceğini duyurdu. Suriye’de iki cephede savaş sürerken, Libya’ya askeri hamle oldukça dikkat çekici. Türkiye’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti, Rusya’nın zımni desteğine sahip General Hefter güçleriyle savaşıyor. Yani Ankara en yakın müttefiğiyle karşı karşıya gelebilir. Bu hamlenin Kıbrıs’taki doğal gaz arama krizinin ardından gelmesi sürpriz değil. Libya’da ABD ile yakın duran Ankara, AB ile karşı karşıya. Yoksa Libya elden gidiyor mu derken, CHP’den, ‘sürpriz’ “hayır” yanıtı geldi. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, “CHP Libya’ya asker gönderme tezkeresine sonuna kadar karşı duracaktır” dedi. Tam burada, aynı CHP’nin neden Afrin ve Kuzey Suriye tezkerelerine “hayır” demek yerine “yetmez ama evet” dediği sorusu akla geliyor. Acaba Libya’da Kürtler olmadığı için olabilir mi? Libya’ya tezkerenin konuşulduğu yılın son gününde, Türkiye’nin dış borç miktarı açıklandı. Hazine ve Maliye Bakanlığı’na göre, 30 Eylül 2019 itibarıyla brüt dış borç stoku 433.9 milyar dolar oldu. Milli gelire oranı yüzde 59.1. On yedi yıllık AKP iktidarının borç rekoru. 2002’de iktidara geldiğinde bu oran yüzde 54.8 idi. Meselenin asıl görülmeyen yanı dış borcun, Türkiye’nin güvenlikçi politikasını barış politikasına tercih ettiği yıllarda sıçrama yapmış olması. Örneğin, askeri operasyonların zirveye çıktığı belediye başkanlarına ait kelepçeli görüntülerin yaşandığı 2009-2012 dönemi; keza 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarının sindirilmediği 2015 sonrası başlayan operasyonlar, Afrin ve Kuzey Suriye’ye yönelik savaşın yaşandığı 2018 ve 2019 yılları, borçların sıçradığı; buna karşın, çatışmaların minimuma indiği 2003-2007 ile ‘Barış süreci yılları (2013-15), dış borcun düştüğü yıllar oldu. İşte güvenlikçi bakışın sonucu.
Dayanışma ekonomisi ve Atina deneyimi
Türkiye’de kimyasalların bulaşmadığı sağlıklı ve organik gıdanın gıdaya ulaşma bilinci ve çabası gözle görülür bir şekilde artmakta. Geçen pazar günü Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezinde gerçekleştirilen 4. Gıda Toplulukları ve Kooperatifleri Çalıştayı da bunun somut bir örneği. Sağlıklı ve organik besine ulaşma yöntemleri ele alındığı çalıştayda, sınırlı sayıda yerel üretici, getirdiği ürünleri sergiledi. Gün boyu süren etkinlikte en çok dikkate mazhar olan ise Türkiye dışında yaşanmış bir kooperatif deneyimine ilişkin sunum oldu. Atina’daki sağlıklı ve organik gıdaya ulaşma çalışmalarının merkezinde yer alan Koukouli Cooperative hareketinin katılımcılarından Nikos Misyrlis’in anlattıkları oldukça önemliydi. İstanbul’da son yıllarda el yordamı ve dayanışma özverisiyle kurulan tüketici ve üretici kooperatifleri bir anlamda kendilerini görmüş gibi oldu. Ama ondan da fazlası da vardı. Misyrlis, özetle, Yunanistan’da da yaşanan ekonomik krizin bir sonucu olarak kooperatifleşme hareketi ve bilincinin geliştiğini belirtti. Devletten en ufak bir destek almadan başlayan girişimlerin kooperatiflerin kendi içindeki dayanışmayı arttırarak, üretici ve tüketici arasında mesafeyi ve buluşmayı sağlayarak ayakta durduklarının altını çizdi. Bunun için büyük paralara ihtiyaç olmadığının altını çizdi. Misyrlis, Atina’daki kooperatifleşme hareketinin girişiminin özellikle üniversite mezunu daha çok da mühendislerden geldiğine vurgu yaparken, bunun nedeninin ekonomik krizin yol açtığı kitlesel işsizlik olduğuna dikkat çekti. Krizin zirve yaptığı 2012’den bu yana kooperatifleşmede önemli bir mesafe katedilmesine karşın sorunların aşılamadığını da belirtti. Misyrlis, çok geniş bir ürün yelpazesine hala ulaşılamadığını, var olanın da daha çok yakın çevredeki insanların ihtiyaçlarının karşılanmasına yettiğini kaydetti. Kooperatifleşmede güven ilişkisine dikkat çeken Nikos Misyrlis, en önemli şeyin tarımsal arazilerin kimyasallardan korunması ve kirletilmemesi olduğuna ilişkin vurgusuydu.
Güvenlikli yaşam!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni yılın ilk mesajlarından birini Şehir ve Güvenlik Sempozyumu’nda verdi: “Büyük bir nüfusu küçük bir alanda güvenli şekilde yaşatmak sanıldığı kadar kolay değildir” dedi. Yardımcısı Fuat Oktay, “Türkiye savaş uçağı yapacak; hem insanlısını hem insansızını yapıyor olacağız” dedi. Saadet Partisi ise sürpriz bir şekilde Libya tezkeresine evet diyeceğini açıkladı. Bu açıklamalar, yeni yıla umutla bakılan ve çatışmalardan gına gelmiş bir toplumda, üst kesimden gelen açıklamalar. Bu güvenlikçi politikanın bir sonucu olarak dünyanın birçok bölgesi çatışmalı. Yürütülen savaşların ölüm, doğanın yıkımı ve silah tekellerinin ceplerini şişirmekten başka bir işe yaradığı görülmedi. Türkiye’ye bakın; her yerde güvenlik önlemleri. Kimse kendini güvende hissediyor mu? Her gün yaşanan kadın cinayetlerine bakın. Demek ki güvenlikçi bakışla küçük bir nüfusu dahi güvenli kılamazsınız. Savaş uçağı yapmakla da bu sağlanmaz. Çare? Barış, demokrasi ve özgürlükle mümkün. Finlandiya, İskandinav ülkeleri ortada.