Irkçılık karşıtı mücadelenin önemli isimlerinden Malcolm X’in sözüdür: “Dikkatli olmazsanız, medya, mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar.”
Yapılan araştırmalar; son dönemde nefret söylemi, ırkçılık konularında artış olduğunu belirtiyor. Bu durum Türkiye’de eşitlik, özgürlük ve adalet gibi konularda yaşanan sıkıntılarla bir araya geldiğinde ülke yaşanmaz hale geliyor. Türkiye’de, siyasette milliyetçilik adı altında ırkçılık tavan yapmış vaziyette. Muhallefet de dahil olmak üzere partiler milliyetçilik bahsinde birbiriyle yarışıyorlar. Salt partiler değil tabii tavan tabanını da oluşturdu, toplum da buna eşlik ediyor. Siyasetin uygulamaları ve kullandığı argümanlarla bu ülkede oldum olası birileri kendini bu ülkenin tek sahibi, kendinden olmayanı dışlayan ötekileştiren, horlayan ırkçı bir tavır içinde oldu hep. Siyasetin ötekileştirip kutuplaştıran söylemine medyanın tarafgir ve kışkırtıcı dilini de eklediğimizde toplumun bir kesiminde düşmanca yaklaşımlar, nefreti makamında yaklaşımlar bulaşıcı bir hastalık gibi her geçen gün yaygınlaşıyor. Bu anlamıyla ırkçılık ve nefret kültürü olağan bir hale dönüştü. Buna paralel olarak toplumun bir kesiminde kırılmalar, ruhsal kopuşlar yaşanıyor. Irkçılığın ideolojik bir düşünce olmadığı, psikolojik bir hastalık olduğu söylense de bunun ideolojik düşünceye de bulaştığını belirtmek gerek.
***
Kişilik üzerine yapılan çalışmalar, faşizmin bireyler tarafından açık biçimde kabul edilmese bile gündelik pratiklerde kendisini nasıl açığa çıkardığını, kendisini ırkçı olarak tanımlamayan insanların bile ekonomik kriz ve diğer problemli zamanlarda faşizan algılar geliştirmesi üzerinden “potansiyel faşizm”in varlığına dikkat çeker. Adorno’ya göre demokrasiye inandığını söyleyen ama gerçekte antidemokratik olan veya tutucu olduğunu belirten ancak gizlice yıkıcı eğilimler taşıyan kişiler potansiyel faşist karakterin temel özellikleridir. Kültür ve kimlik gibi kavramları sahileştiren ve güzelleştiren şey aynı duyarlık ve davranışı diğer kültür ve kimliklere de göstermekle mümkündür. Başkalarının inkarı üzerine kurulmuş, ötekileştiren yapıların varacağı adres ırkçılıktan başka bir yer değildir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi ayrımcılığı; “Irk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğum, siyasi ve diğer görüşlere dayalı olarak gerçekleştirilen bütün hak ve özgürlüklerin herkes tarafından tanınmasını ve kullanılmasını engelleyecek, sınırlandıracak ayrım” olarak tanımlar. Türk Ceza Kanunu’na göre de nefret söylemi suç sayılmaktadır. Buna aykırı davranışlarda bulunanlara müeyyide uygulanması gerekir ama bugün bu suç yok sayılmakta ve yasalar çiğnenmektedir.
***
Herhangi bir ulusa mensup olmak yalnızca başka ulusa ya da etnisiteye bağlı olanlardan daha aşağı ya da yukarı olmamak duygusu ve güveni verdiğinde anlamlıdır. Bunun ötesinde anlamlar yüklemek ırkçılıktır. Milliyetçilik bu çizgide yürüdüğü oranda, “öteki”ler için tehdide dönüşüyor. Din, mezhep ve cinsiyet için de öyledir.Kimliklere yapılan aşırı vurgular, bir kimliği şişirerek öne çıkarıp diğerlerini ötekileştiren her söz ve söylem, her siyaset, her yazı insan olmanın değerini azaltan, kişinin benliğinde yaralar peydahlayıp, nefret kültürüne çanak tutar. Bütün bu olan bitene karşı kayıtsız kalmak ya da bu çarkın bir dişlisi olmak ne derece insan kılar bizi. Friedrich Nietzsche bu yaraya yıllar önce teşhis koymuştu: “Nefret Kültürü’nün yerleştiği ve dal budak saldığı toplumlarda, yaşamı geliştirecek ve güzelleştirecek bir yapı kurmak mümkün değildir.”
Farklılıkları tehdit görme yerine birer zenginlik olarak gördüğümüz zaman huzurun da kapısını aralamış olacağız. Yoksa tek kimlik tek inanç ve benzeri tekçiliklerle ne demokrat olmak mümkün ne de demokrasiyi inşa ettirmek.