Sovyetlere karşı Avrupa’da sosyal devlet
İkinci dünya savaşının ardından ulusal bağımsızlık hareketlerinin yayılması, sosyalist devrimin Avrupa dahil dünyanın birçok ülkesinde yayılma potansiyeline sahip olması, sovyetlerin ekonomik, bürokratik ve teknolojik olarak pozisyonunu güçlendirmesi, Çin ve Hindistan’ın politik ve ekonomik olarak özgünlüklerini ortaya koyması ve kendi kendine yeterli olma çabaları kapitalist dünyanın pek de işine gelmedi.
Tedbirler alındı. Avrupa’da sosyal devlet modeli ile işçi ve emekçilerin geniş haklara kavuşması, sendikaların güçlenmesi, işsizlere sosyal ve ekonomik desteğin sağlanması, mesleki eğitim ile ekonomiye entegre edilmesi, demokratik kanalların geniş halk kitlelerine yayılması bir nevi Sovyet tipi devrimin önüne bariyer oluşturdu.
Frankfurt okulundan Sartre’a Derida’ya değin Sovyet tipi örgütlenme eliştirisi sol eliyle gerçekleşti. Yani teorik ve düşünsel bariyerlerde geliştirildi. Sağdan da devletçi-ithal ikameci ekonomi hakim hale geldi. Marshall yardımları, Keynesyen ekonomi uygulamaları, Sovyetin merkezi planlamasına karşılık öncü-yol gösterici planlama ile liberal dünyada devletin ekonomiye aktif bir biçimde el atması sağlandı. Çünkü teoride ileri sürüldüğü gibi sermaye tek başına sistemin tüm açıklarını kapatamıyordu. Zaten tarihte yaşanan ekonomik krizler bunu defalarca ispatlamıştı. Ama bu kez rakip sistemin olması, onun yarattığı rekabette öne çıkmak için devlet hem ekonomi cephesinde, hem sivil toplum, hem de örgütleme konularında devredeydi.
Vietnam çıkmazı ve doların petrole endekslenmesi
Askeri örgütlenme ve müdahalelerden de geri kalınmadı. Kore savaşı, ardından Vietnam üzerinden Asya kıtasına müdahale stratejisinin yanı sıra Latin Amerika ve Afrika’da aralıksız müdahele vardı. Ancak her yerde hesap umulduğu gibi yürümedi. Özellike Vietnam savaşının yarattığı askeri, toplumsal, siyasal maliyetin yanı sıra teritoryal alan kaybı ve bunun yarattığı politik kriz büyüktü. Asya’nın terki kapitalizmin tamamen çökmesine yol açabilirdi. 68 hareketi, akabinde petrol krizi de içsel yapıyı derinden sarstı. Doların altına bağımlılığı da zaten sürdürülebilir değildi. NATO, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası oldukça edilgendiler.
Korumacı devlet, ithal ikameci ekonominin pasifliğini aşmak ve yeni bir trend yaratmak adına monetarist yaklaşım benimsendi. Doların altına bağımlılığı ardından SDR sisteminde yer alması esnekliğini ve matbaada istenildiği kadar basımını engelliyordu. Bunun yerine petrole endeksleyerek hem güvenceye aldılar hem de istedikleri kadar basarak dünyaya yaydılar ya da gerektiğinde toplayıp yaktılar ve dizginleri tamamen elde tuttular. Yahudi Rockefeller, Vahabi Suud ailesi petrol hacmi ve ticaretiyle öncüydüler. Petrol üreten ülkelerin birliği OPEC’i de domine ettiler.
İslam’ın militarizasyonu
Gümrüklerin kaldırılması, serbest ticaret, uluslararası kredi temini kolaylığı sağlayarak egemenliğini kazanmış ülkeleri Sovyetin etki alanından çekip batının denetimine aldılar. Yine Suudların finansı ABD’nin istihbaratı, askeri ve silah desteği ile İslam siyasallaştırıldı, radikalleştirildi. Komünizm siyonizm kapitalizm karşıtı söylemlerle İslam bunların dışında ve karşısındaymış gibi topluma enjekte edildi. Afganistan’a mücahitler aktarılıp İslamın militarizasyonu sağlandı. Pakistan başta olmak üzere fakir Müslüman ülkelerde binlerce kuran kursu açılıp tarikatlar güçlendirildi, militanlar toplatıldı. Türkiye’de Evren, Pakistan’da Ziya Ülhak, Mısır’da Mübarek, Irak’ta Saddam darbe ve entrikalarla göreve geldiler. İran’da Humeyni solcu Tudeh ve Kürtlere tercih edildi.
Akabinde İran-Irak savaşı ile mezhepler arası çatışmalarda harlandı ve İslam dünyası din ve mezhepler etrafında hem radikalleşti hem de siyasallaştı. Bu sayede sosyalizmin İslam ülkeleri dahil birçok bölgede öncü olmasının zemini tamamen ortadan kalktı. Ayrıca Sovyetler Afganistan’da, zamana yayılan ağır bir savaşa mecbur kaldı ve çürüme yaşadı.
Sovyetlerin çökmesinden yeni dünya düzenine
Kapitalizmin başarısı anlamında model ülkeler de yarattılar. Asya kaplanları olarak lanse edilen G.Kore, Singapur, Tayland, Hong Kong neo-liberal modelin zaferi olarak lanse edilirken, Çin ve Sovyet’in sınırlarında onları çürüten örnekler olarak etki ettiler.
Bunun paralelinde Reagan, Thatcher, Özal, Carlos Menem gibi lider tipleri de sahnede yer almaya başladılar ve liberal dalga Avrupa, Latin Amerika ve Ortadoğu’da da boy gösterdi. Sovyet lideri Gorbaçov ile de ilişkiler sıkılaştırıldı. Nihayetinde Glasnost ve Perestroyka (açıklık ve yeniden yapılanma) uygulamasına başlayan Sovyetler dağılmaktan kurtulamadı.
George H.W. Bush’un 1991 yılında ilan ettiği gibi artık “yeni dünya düzeni” yani globalizm hakimdi. Ve bütün bu sürecin mimarı devletlerden ziyade şirketler ve yeryüzünün zengin aileleriydi. Rockefeller, Rotschild aileleri, Suud hanedanı, Walton, Mars, Koch, Wertheimer, Hermes, Boehringer, Von Baumbach, Ferrero, Quandt, Dassault, Duncan, Lee, Hearst ve adını bilmediğimiz birçok aile ve hanedan dünyayı yönetmektedir. Trilyon dolarlara hükmeden, birçok devletten zengin ve dünya’da bildiğimiz bütün global markaların sahipleri bunlar. Bazı tekellerde tek başlarına sahipler, bazılarında ise hissedardırlar. Siyasi arenada devletleri karşı karşıya iken onlar aynı şirkette ortak olabiliyor. Facebook, google, microsfot, amazon, samsung, ford, bmw, general motors, vw, mercedes, boing, exxon, shell, BP, nestle, bayer v.b. yani silahtan bilgisayara ilaçtan kimyasal maddelere petrolden tarımsal ürünlerine kadar bütün alanlara hakimler.
Barzani’den Erdoğan’a efendilerin yerel uzantıları
Dünyanın efendileri bütün uluslardan seçkinleri de kendilerine ortak ederler, dünyalarına katarlar. En son Rus oligarklar bunlara dahil oldu ki, Putin’in arkadaşı, ortağı Rotenberg, Gennady Timchenko v.b. bir sürü isim saymak mümkün. Türkiye’den Karamehmet, Koç, Sabancı, Beyazıt, Sabancı, Doğan, Uzan v.s. ailelerinin ilişkileri uzun bir tarihe dayanmaktadır. Bütün kredi muslukları, montaj sanayi, ticari ilişkilerin ve medyanın bunlar eliyle yürümesi tesadüf değildir.
F. Gülen’in ısrarla Papa ile görüşmesi, Yahudi din adamlarıyla diyalog da ısrarı bu sistemde kabul görmesi istemiydi. Başardı da. Ama Abdullah Gül’ün Arabistan geçmişi, Erdoğan’ın Aganistan’daki Hikmetyar tabiiyeti göstermektedir ki çok beri icazeti almış bugünlerin yolunu açmışlardı.
Bu seçkinler gurubunun belki de son üyeleri de Kürdistan’dandır. Barzani ve Talabani ailesinin siyasi ve askeri olarak bu kadar güçlü olması, petrolün ve ekonominin bütün musluklarını ellerinde tutmaları bu sistemin Kürdistan’daki temsilindendir. Varlıklarının büyük bölümü toprakları dışındadır. Londra’da kredi sistemi ile faiz getirisi sağlıyorlar, ABD, Kanada ve Avrupa’da sayısız gayri menkulleri mevcut. Bir miktar paralarını da Türkiye’de Erdoğan ve Koç ile ortaklıkta kullanıyorlar. Çocukları daha ziyade ABD, İngiltere, Avrupa ve Türkiye’de zaman geçirmektedir.
İlginçtir ama bu trendin son parçası, beklenmeyen misafiri ise Rojava’dır. İsrail’in fikri, ABD/CIA’nin mimarisi, Türkiye’nin organizasyonu, Katar ve Suud’un finansörlüğüyle Arap baharının toplumsal enerjisi neoliberalizme kanalize edilmek istenirken, radikal İslamcılar eliyle bölgedeki statüko yeniden yapılandırılmak, İsraili kabul eden, AB ve Avrupa’ya Pazar ve hammadde güvenliği sunan bir pozisyon oluşturulmak istendi.
Ama bu devletlerin tarihsel sorunları, bölgesel planları, olaylar karşısındaki refleksleri, şartlardan yararlanma eğilimleri onları çıkmaza soktu. Bazen de hantal yapmalarına yol açtı.
Tam da böylesi dönemlerde yeni hareketlere fırsatlar doğar. Mesela Pers-Bizans’ın Ortadoğu’daki çıkmazı İslam’ın, Rusya’da çarlığın açmazları Sovyetlerin ve Çin’de milliyetçilerin ve gelenekselcilerin beceriksizliği sosyalistlerin devrim yapmasına fırsat verirken, Rojava’da da Statükocu devletlerin ve şiddeti soykırıma vardıran Radikal gurupların karşısında insani değerlerin tek savunucusu, hesap dışı güç, Kobani direnişi ile insanlığın yeni mesajı oldu. İlk elde dünyanın efendilerinin hoşuna gitmeyen ama dünya insanlığının gücünü arkasına alan bu direniş sahip olduğu değerler, esnekliği ve becerisiyle iyi bir partner olabilir ve sistemin açmazlarına derman olabilir. Ama seçkinlerin bir parçası değil. Onların sofralarından, kredi sistemlerinden, ticari ve ekonomik sisteminden, akli ve siyasi sisteminden beslenmiyor. Kaynakları değerleri cevheri başka. Şimdi efendilerin devlet organizasyonları yani ABD ve Rusya ile Statükocu TC, Suriye ve İran rejimleri eliyle islah edilmek, dizginlenmek ya da bertaraf edilmek isteniyor.
Dolayısıyla Rojava’da yaşananları sıradan bir statüko, Kürt-Türk ilişkisi, Rusya-ABD mücadelesi, PYD-ENKS anlaşmazlığı v.s. olarak algılamamak gerekir. Bütün bu güçler efendilerin farklı araçlarıdır.