Vatan, millet, Mehmetçik, ezan gibi sözcüklerin arkasına ikiz kuleler dikip, kulelerin üzerini devasa bayrakla örtmeyi başarabilenler muteber milliyetçi sayılıyor. Açlık sınırında asgari ücretin bile çok görüldüğü yoksullarsa, “en büyük asker bizim asker” sloganlarıyla gönderildikleri savaşta hayatını kaybettiklerinde, yoksul evlerinin görüntüsü yine devasa bir bayrakla örtülüyor. Kaçak yapılmış sarayları, plazaları meşrulaştırmak için alet edilen bayrak, yoksula “son yolculuğunda” eşlik ediyor. Rüşvet ve yolsuzlukla örülü cam kafesler dualarla hizmete açılıp, bayraklarla korumaya alınıyor. Cam kafeslerin “aşırı milliyetçi” sahiplerinin çocukları vatan borcunu, en yakın banka şubesinde bedelli olarak yapıyorlar. Plazaya asılan bayrak haramiliği gizlemek için bir maske, gecekondulara asılan bayrak ise memleket yoksulluğunun önünde bir perde…
Milliyetçilik bir burjuva ideolojisidir, yıkılan feodalizm ve dini otoritenin yerine konulan ulus esaslı devlet modelidir. Milli sınırlar bir kez çizildikten sonra herkesi aynı kalıba sokma gayretinde olan tekçi bir yapıdır.
Egemen ulus, farklı inanç ve milliyette olan bütün kesimleri zapturapt altında tutma eğilimindedir. Milli sınırların aynı zamanda bir ticari pazar olması ve dünya emperyalist – kapitalist sistemine entegre olması temel bir kuraldır.
Türk milliyetçiliği, tarihin değişik aşamalarında değişik biçimlerde tezahür etti, bu görünümlerin bağlamları değişik olmakla birlikte, Türk milliyetçiliğinin en kalın çizgisi, Kürt düşmanlığı oldu; hatta son dönemde, Kürt düşmanlığı öğesini Türk milliyetçiliğinden çıkarırsak eğer geriye; yalnızca milli sınırlar içinde kalan insanların ve doğanın talanı kalacaktır. Türk milliyetçiliği sağlı sollu bütün mezhepleriyle birlikte “varlığını Kürt yokluğuna armağan etmiş” çıkar örgütleri durumundadır. Türkiye halklarının yararına herhangi bir icraat içinde oldukları görülmediği gibi yararlı olana düşmanlığı meslek edinmişlerdir. Antiemperyalizm, AB, ABD karşıtlığı vb. söylemleri antikapitalist değil, yine Kürt karşıtlığı eksenlidir. “Suriye’de ABD’nin çıkarlarını en iyi biz savunuruz” cümlesini kurduktan beş dakika sonra devrimcileri, yurtseverleri “ABD uşağı” ilan edecek kadar ikiyüzlüdürler.
Vatandaşlığın 250 bin dolara satışa çıkarıldığı, ırmaklarının HES’lerle kurutulduğu, köprülerinin emperyal şirketlere satıldığı, hazine arazilerinin yağmalandığı, şehirlerde park ve bahçelerin imara açıldığı, tarımın, sanayinin bitirildiği neo-milliyetçi bir akımla karşı karşıyayız. RTE’nin “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” dediği, kamu mallarının satışına karşı çıkanlara müteveffa Maliye Bakanı K. Unakıtan’ın “Babalar gibi satarım” cevabını verdiği Eski Türkiye’den, “üç sente muhtaç” Yeni Türkiye elde kalandır. Yeni Türkiye ilan edilirken “devleti şirket gibi yöneteceğiz” sözü arşa yazılmıştır. Eski ortağının mallarına çöken AKP, yönetememe krizini “Türk-İslam sentezi” eksenli yeni ortaklarla çözmeye girişmiştir. Yeni ortaklar aslında “Eski Türkiye”nin yani 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat faşist zihniyetinin din nosyonuyla tekrar tedavüle konulmasıdır. AKP ülkeyi pazarlama hedefine ulaşmak için “sahada” ayakçılık yapmak üzere MHP ve Vatan Partisi’ni “TC Anonim Şirketi” bünyesine katmış bulunmaktadır.
Sahada “görev” icra eden MHP’liler, yolsuzlukları gündeme getiren gazetecileri dövüp, dün vatan hainliği olarak ilan ettikleri her şeyin tam tersini savunmakla meşguller. Vatan Partisi denilen güruh ise prestijli olan sol söylemi eğip bükerek sarayın hizmetine sokma hokkabazlığında usta. İşçi grevlerine, ekoloji mücadelesine, kadın haklarına, insan haklarına kadar sol düşüncenin olmazsa olmazı bütün mücadeleleri “emperyalizmin oyunu” diyerek fiili saldırıya geçiyorlar. AKP nerede köşeye sıkışsa VP ve TGB imdada yetişiyor. Süleyman Soylu’nun hedef gösterdiği kim varsa ona saldırma konusunda kendini memur gören TGB ve Ülkü Ocakları toplamda Saray Savunma Birliği (SS-B) biçimde konuşlanmış durumdalar. A.Ş. gibi yönetilen devletin paramiliter savunma birlikleri olmanın elbette yağlı bir mükâfatı var. ODTÜ’de ağaçları savunanların, şiddete karşı danslı protesto yapan kadınların üzerine polis destekli saldıran TGB’nin “Kahverengi Gömlekliler” olarak re-organize edilmesi yeni bir hazırlığın işareti. Büyük çözülme yaşayan rejiminin panik içinde olduğu “derin adam” Mehmet Ağar’ın “çözülmeye izin vermemek gerekir” açıklamasından da anlaşılıyor. Çözülmenin önüne geçmek için hiçbir yasal ve vicdani bir sınır tanımayacaklarını biliyoruz ama ne yaparlarsa yapsınlar yenilmeye mahkûmlar.