Barış denildiğinde her yerde akan sular durmaz ama herkes bu sihirli sözcüğün kendilerine yabancı olmadığını ima etmeye çalışır. Ölümü kutsayanlar bile ona yakın durma gayreti içine girerler. Çünkü barış denildiğinde din, dil, kimlik ve sınıf ayrımı yapmaksızın herkesin kucak açmaya hazır olduğu adil bir toplumsal nizam akla geliyor. İyi komşuluk, sahici dostluk ve sevgi geliyor akla. Çünkü barış denildiğinde, sömürüye karşı eşit paylaşım ve adaletsizliğe karşı adalet geliyor akla. Çünkü, barış denildiğinde huzurlu insan, canlı doğa ve güven geliyor akla. Çünkü, barış denildiğinde ölüme karşı yaşam, kötüye karşı iyilik ve karanlığa karşı aydınlık geliyor akla. Çünkü barış denildiğinde tedirgin güvercinlerle beyaz tülbentli melekler geliyor akla. Barış denildiğinde savaşlar susar ve tiranlar titrer bir bir.
Bugünkü makalemi barışa dair yazmam salt barışa olan arzunun iflah olmaz baskısından değildir tabii, her geçen gün yaklaşan savaş tamtamlarının yarattığı derin kaygıdandır. Dolayısıyla kainatın en yıkıcı şiddetiyle hayatımızı sarmalayan bu kaygıyla baş etmenin biçimi olarak yazıyorum. Barışseverlik tarihten bugüne kadar hep ahlaki ve etik bir sorumluluk olarak varlığını sürdürmüş ve bedeli de her zaman ağır olmuştur. Barışı savunmak toplumsal huzur ve refahı baz alan ilkeli ve onurlu bir duruştur. Onun için, bugünlerin gebe olduğu tehlike ve kaygılar sebebiyle barışı her yerde ve her koşulda savunmalıyız. Çünkü barış insanlığa sunulmuş en köklü mirastır. Telaffuzu bile ezgiseldir, kol gezdiği her coğrafyayı huzura kavuşturur, girdiği her mekanı ışıkla doldurur ve kullanıldıkça zenginleşir. Onun için dilimiz döndüğünce, gür bir sesle barış sözcüğünü kullanmalıyız. İnadına kullanmalıyız ki, zayi olmasın barış. Eğer o zayi olursa, yerini savaş alır, bugün olduğu gibi. Bugün her zamankinden daha çok kullanmalıyız barışı ve kanıksamalıyız onun tılsımını. Çünkü barış, kendiliğinden oluşan ya da ortadan kaybolan bir olgu ve bir nizam süreci değildir. O kültürel hafızanın aktardığı yapıcı bir ilişki biçimi olarak doğar ve yaşamaya devam eder. Yani, birbirimizle kurduğumuz ilişki ve etkileşim, davranışların bütünü, çevre, evren ve doğayla kurulan ezgisel bağların bütünüdür barış. Dolayısıyla barış, sadece savaşın ve silahlı çatışmaların yokluğu değildir. Barış, aynı zamanda sıkıntı, esaret ve şiddettin olmadığı veya “daha az olduğu” bir yaşam biçimidir. Sadece tüm çatışmalardan kaçınılması gerektiği anlamına gelmez, çatışma çözümlemelerinden kaçmama anlamına da gelir. Barışın toplumsal tezahürü şiddetsiz toplumlardır ve bütün olası sorunların yapıcı çerçevede çözülmesidir. Bütün milletleri, devletleri, bir aileyi ve hatta bireyleri içine alan ve kapsayan dinamik bir süreçtir barış.
Onun için barış kültürel miras olarak insanlığa verilmiş en muazzam öğretidir ve onu yaymak ahlaki bir buyruk olduğu kadar etik bir yükümlülüktür aynı zamanda.
Eğer çocuklar ve yetişkinler birbirlerini dinlemeyi, kendilerine saygı duymayı ve anlaşmazlıkları şiddetsiz bir şekilde çözmeyi öğrenirlerse, bu toplumsal barışa da bir katkı olur. O vakit, iş sahasında sömürüye ve sokakta zorbalığa karşı durmayı öğrenmiş oluruz. Bu öğrenme biçimi bile barışa büyük bir katkıdır ve zamanla bir barış kültürüne dönüşür. Barış kültürü evrene dair adil bir beyandır. Barış kültürü, bir kereye mahsus bir eylem değildir. O süreklilik arz eden ve bilinçli bir şekilde uygulanması gereken kültürel hafızadır. Ancak bu tür zihinsel dönüşümler sayesinde şiddet azalabilir ve barışçıl toplumlar oluşabilir. Barışa dair sıradan münazaralar bile zamanla bir barış kültürüne dönüşerek şiddetin her türünü ıskalamaya başlayabilir. Eğer barış konuşursa savaşın sesi kısılır ama eğer barış susarsa savaşın ilahileri daha da yükselecektir. Eğer barış susarsa o ahenkli tılsım tekinsiz bir çığlığa dönüşür. Unutulmamalıdır ki barışı boğmak isteyenleri besleyen yegane yöntem budur. Ancak güçlü bir yurttaş barış haraketiyle susturabiliriz savaş tamtamlarının o mekruh seslerini.