Seçimleri geride bıraktık. HDP’nin elde ettiği başarı hiç kuşkusuz çok önemli. Hele ki devletin amansız saldırı politikası dikkate alındığında bu başarı çok daha anlam kazanıyor. Eş başkanlarının, cumhurbaşkanı adayının, milletvekillerinin, belediye başkanları ve binlerce çalışanının tutuklu olduğu düşünülürse bu başarının ardında ciddi bir kararlılığın olduğu tartışma götürmez. Bu haliyle HDP düne göre ülke sathına daha fazla yayılma eğilimi gösteren bir parti. Batıdan özellikle işçi havzalarından bir evvelki seçime göre daha fazla oy almış görünüyor.
Bununla birlikte meclis çoğunluğunun muhalefetçe alınamamış olması ve Erdoğan’ın başkanlığını ilan etmiş olması kuşkusuz HDP’nin de içinde olduğu ülkemizin muhalefet bloğunun başarısızlığı. İşte burada bir soru gündeme geliyor: milyonların katıldığı mitingler örgütleyebilen, hamle üstünlüğünü ele geçirmiş, oyun kurucu hale geldiği söylenen muhalefet neden iktidar olamadı? Hem de milyonlar ekonomik krizin pençesinde kıvranırken, içte ve dışta yönetenlerin basiretsizliği ayan beyan ortadayken Erdoğan’ı devirmek için daha ne gerekiyordu. Eğer seçimlerin gösterdiği tabloyu yalnızca AKP’nin hileleri ile açıklamıyorsak bu mesele, üzerinde düşünmek zorunda olduğumuz bir meseledir.
Kimlik temelli politika
Önceki seçimlerde görmeye alıştığımız manzarayı bu seçimlerde bir defa daha gördük. Memleket coğrafi olarak güneydoğu, orta ve batı olarak bölünmüş. Coğrafyanın siyasal dağılımı böyle. Siyasetin coğrafyası ise kimliksel bölünmeler üzerine kurulmuş. Türkiye’deki hakim siyasal atmosfer epey bir süredir kimliklerin siyasetin başat belirleyeni olması esasına dayanıyor. En azından bu konuda yapılan pek çok araştırma, bir siyasi alternatife destek vermede en önemli belirleyenin kimliksel aidiyetler olduğunu gösteriyor. Milliyetçi MHP’ye, İslamcı AKP’ye, laik CHP’ye Kürt HDP’ye oy veriyor. Bununla birlikte en az bir yüzde 45 ise gönül rahatlığıyla buralarda kendilerini bulamıyor. Bu kulvarlar aslında son derece konsolide halde ve birbirlerine geçişkenliği oldukça zayıf durumda. Ancak son seçimlerde AKP’den MHP’ye daha fazla olmak üzere, MHP’den ve CHP’den İYİ Parti’ye, az da olsa AKP’den Saadet’e ve CHP’den HDP’ye geçişlerin olduğunu gördük. Bu akışlarda da siyasal tabloyu belirleyen AKP MHP geçişkenliği yine kimliksel temelde cereyan etti. Muhalefetteki geçişkenlikte ise en az kimliksel aidiyetler kadar iktidara karşı verilen stratejik oylar da var. Sonuç olarak belirleyici geçiş islamcı kimliksel blok ile milliyetçi kimliksel blok arasında gerçekleşti. Aslında herkesin kendi mahallesinde kalmasını, önceki seçimlerde iktidarının garantisi olarak gören AKP, bu seçimlerde değişmiş olan seçim sisteminin de zorlamasıyla yine kimliksel bir açılımla milliyetçi oyları yardıma çağırdı.
Geçtiğimiz günlerde bir tv’de kendisine uzatılan mikrofona hayat pahalılığından yakınan kadının, bugün seçim olsa yine de oyunu AKP’ye vereceğini söylemesi tam da bu söylediklerimi destekler nitelikte.
Şimdiye dek AKP herkesin kendi kulvarında kalmasını sağlamaya dönük bir baskı politikası izledi. Kimlikleri kaşıdı. Türkiye’de kimlik politikalarıyla siyaset yapma alışkanlığının ürettiği kemikleşmiş siyasal durum muhalefetçe de bir türlü aşılamadı. Herkesin kendi mahallesinde kaldığı ve oradan konuşmaya devam ettiği sürece Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesi daha da kolaylaştı. Halkın büyük kısmını saran işsizlik ve yoksulluk gerçeği bu kimliklerin tümünün ortak paydası olsa da hiçbirinin direk kapsama alanı içinde yer alama(z)dı. Hatta işsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı gibi dertler kimliksel kapışma alanında neredeyse görünmez oldu. Sol örgüt ve partiler başta olmak üzere tüm siyasal kesimler bu meseleye ilişkin az çok söz söylese de bu alanı, sahip olduğu cemaat-tarikat-vakıf ilişkileri ve “sadaka” ekonomisi ile AKP domine etti.
CHP yıllarca sıkıştığı “laikler mahallesi”nden, sosyal demokrat olmaktan kaynaklı az çok temsil etmesi gereken “emek eksenli” bir siyasal rotayla çıkmaya çalışmak yerine, Ekmeleddin, imam hatipler, Kürt meselesi gibi konularda, iktidarda kendisini bulan islamcı milliyetçi bloğun desteğine talip oldu ve AKP’ye benzemeye çalıştı. Bu öyle bir kimliksizleşme yarattı ki CHP’nin HDP’ye bakışı bile, “AKP/havuz medya ne der?” endişesi ile şekillendi. Doğal olarak aslı varken suretine kimse itibar etmedi ve yüzde 25 bir türlü aşılamadı.
Kimliklerin siyasetteki başat karakteri devam ettikçe ve AKP’nin kimlikleri en kolay manüple eden parti olduğu sürece AKP’yi indirmek gerçekten güçtür. AKP kimliklerin bir arada kardeşçe yaşamasından değil birbirlerine karşı bilenmesinden güç alıyor. Kürt’le korkuttuğu Türk’ün, Alevi’yle korkuttuğu Sünni’nin güvenli liman olarak AKP’ye sığınmasını sağlıyor. Tüm bu kimlikleri de sınıfsal çelişkilerin sosyal yansımalarının üzerinin örtülmesi için bir araç olarak kullanıyor. Oysa bütün bu kimliklerin ortak keseni, ezici bir çoğunluğunun emekçi olmasıdır. Sünni de olsa, Alevi de olsa Türk’te olsa Kürt ya da başka kimliklerden fark etmez hepsinin ortak derdi ekmek meselesidir. Bu geniş kesimlerin bilinçlerinin altına itilmiş işçi emekçi kimliğinin oradan çıkarılmasını sağlamak sınıf siyasetinin harcıdır.
HDP bu konuda ciddi avantajlara sahip olmakla birlikte, avantajlarını henüz siyaset arenasında kullanamıyor. Bu konuda sonuç alıcı olmaktan henüz epey uzak bir konumdayız. Oysa Kürtlerin büyük çoğunluğunun oy verdiği HDP aynı zamanda toplumun en yoksullarının, işçilerinin ve emekçilerinin de oy verdiği bir parti. Yani partimiz ontolojik olarak, kimliksel olduğu kadar güçlü sınıfsal bir aidiyet de içeriyor. Bunlardan birini çekip çıkarmak, elmadan tadını ya da rengini çekip çıkarmaya çalışmaya benzer. Ancak siyasal alana bu değeri yansıtabildiğimizi söylemek mümkün değil. Elbette emek komisyonlarımız var, sendikalarda çalışan parti üyelerimiz var, emek hakları bildirgemiz, ekonomi manifestomuz var ama bunların partimizin siyasal istikametinde köklü değişiklikler yapabildiğini söylemek zor. Ezberlerimizi değiştiremiyoruz. Örneğin inşaat sektöründe çalışan yüz binlerce HDP’li işçi var. Ama partimizin onlarla kurduğu ilişki son derece rastlantısal. Neredeyse seçimlerden seçimlere. Emek alanıyla kurduğumuz ilişki son derece protokoler. Yanlış hatırlamıyorsam salt işçi haklarıyla ilgili şimdiye dek pek bir kampanya örgütlemedik. Bir miting yapmadık. Oysa hem bize dayatılan kimlik temelli politik alandan çıkmak, hem de partimizdeki sınıfsal ve kimliksel aidiyetler arasındaki bu doğal yanyanalığı siyasal alana tam manasıyla yansıtabilmek için partimizin emek alanında, HDP’li işçi ve emekçilerden başlayarak farklı biçim ve düzeylerde kapsamlı örgütsel çalışmalara başlaması bir gereklilik.
Vaat temelli politika
Kimlik siyaseti kadar kemikleşmiş bir diğer mesele de siyaset yapma alışkanlıklarımız. Rejimi faşizm olarak nitelemek dahi, bizim ne örgütsel mekanizmalarımızı ne de siyasal alışkanlıklarımızı değiştiriyor. Tüm muhalefet gibi HDP olarak bizim siyaset yapışımıza da, örgütlerimize de rengini veren esas, iktidarı alıp onun araçlarıyla tahayyül ettiğimiz toplumsal yaşamın şekillendirilmesine dayalı. Devlet kendi aygıtlarıyla dönüştürülebilir mi sorusu başka yazının konusudur. Genel olarak siyaset kurumu, “bugünü kurma” eyleminden çok, iktidarda yapacaklarına odaklanmış. Yapılacaklar iktidar sonrasına ertelenince muhalefet için de bizim için de vaatten başka siyaset yapma biçimi kalmıyor. İktidar zaten icra araçlarını elinde tutuyor olduğu için aranın kapanmasına izin vermiyor ve bizi vaatler arenasına sıkıştırıyor. Burada önemli eksikliğimizin olduğunu görmemiz gerekiyor. Siyasal etkinliğin kapsama alanı son derece genişlemiş, devlet dışı araçların önemli etkiler doğurabildiği bir merhaleye gelinmiş durumda. Toplumumuzda herhangi bir somut sorun için yan yana gelmiş belki binlerce kolektif inisiyatif var. Ekolojiden tüketici haklarına, beyaz yakalıların sorunlarından mahalledeki yoksullara aş üreten mutfaklara, ekolojik tarım kolektiflerine, işçi derneklerine kadar, dayanışmacı, kolektif yapılar bunlar. Hedeflerine ulaşmak için çalışıyorlar, iktidarı bekledikleri yok. Bu yapılar giderek artan biçimde siyasetin dikey ve temsili niteliğine karşın, doğrudanlığı ve halk iradesini esas alıyorlar. Gezi ayaklanması bu anlamda yeniden hatırlanmalı. HDP olarak bizim yapmamız gereken, iktidara yürüyüşte bugünü kurma eylemine ağırlık vermek olmalı. Tüm örgütsel ağımız yerellerde çeşitli alanlarda çalışma sürdüren inisiyatiflerle iç içe geçmeli, bir yandan buralardan beslenmeli diğer yandan bu alanlardaki sosyal ekonomik gerçekliği siyasete taşımalı. Bu açıdan kurucu olmalı. Yerel yönetimleri bu perspektifle yeniden konuşmamız gerekli. Örneğin yeni dönemde köy çalışmamız, iktidara geldiğimizde mazota, gübreye, tohuma ilişkin vaatlerimizle değil, o köyde aracı zulmü altında ezilen köylülerin kooperatifleşme çalışmasına katılmakla, oradaki sorunları siyasete taşımakla şekillenmeli. Dünyada başarılı sayılabilecek ne kadar sol deneyim varsa tümünün zemininde benzer çalışmaların olduğu hatırlanmalıdır.
Sonuç olarak;
Dünyada sınıf politikaları yükselişe geçiyor. Ancak bu kimlik politikalarının yok hükmünde olacağı anlamına gelmiyor. Tam aksine sınıf-kimlik kombinasyonuna dayalı politik çözümler giderek güç kazanıyor. Bizim için de, kimlik alanına hapsedilmeye karşı, sınıf kimlik kombinasyonuna dayalı politik çözümler, vaatler alanına hapsedilmeye karşı bugünden kurucu olacak bir örgüt perspektifi ön açıcı olabilir.