Kanal İstanbul projesi yine gündemde. Başka bir ifadeyle felaket yine geldi kapıya dayandı.
Aslında kapı aralandı demek daha doğru. Çünkü projeyle ilgili ÇED raporu (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yandaş kurumlar eliyle alınmış, onaylanmış durumda. Yasaya göre rapor halka duyuruldu ve 10 gün boyunca askıda kalacak. İtirazlar için verilen sürenin hepsi bu kadar. Yani aceleleri var.
Aceleleri var çünkü fena halde sıkışmış durumdalar. Çok katmanlı kriz süreci Erdoğan iktidarını sarmalamış; iktisadi, siyasal, toplumsal ve askeri bakımdan açmazlar ve çıkmazlar girdabına sürüklemiş bulunuyor.
Kanal İstanbul, ilk kez 2011 yılında “büyük hayal”, “çılgın proje” olarak gündeme getirilmiş ve Erdoğan tarafından seçim gündemi vesilesiyle siyasi rakipleri karşısında bir üstünlük sembolü ve onları psikolojik ezme argümanı olarak kullanılmıştı. Şimdi de aynı amaca hizmet eden bir dil kullanılıyor ama tabir caizse ‘hayal kanalının içinden çok sular akmış’ durumda.
Birincisi; İstanbul artık hepten Erdoğan’dan sorulmuyor, en azından belediye başkanlığı başka ellerde, kaybettiler. Yol o kadar düz değil.
İkincisi; İstanbul ve bölge halkı ekolojik ve çevresel yıkım politikalarına karşı duyarlılık, bilinç, örgütlenme ve tepki bakımından eskiye göre epey yol aldı. Ekoloji hareketi, demokrasi ve hak talepleri açısından toplumsal mücadelenin gelişen damarlarından biri durumunda. Gezi’nin “üç ağaç” meselesinden tetiklendiği unutulmasın.
Üçüncüsü; projenin hali hazırda 75 milyar TL tutarındaki maliyeti için (ki bunun zaman içinde katlanması bile mümkün) finansman kaynağı bulmak, iktidar için başa bela bir iş halinde. Katar ahbaplığıyla halledilemeyecek boyutta bir sorun bu. Ekonomik-mali kriz içinde debelenen iktidar dünya ölçeğinde en güvenilmez yönetimlerin başında geliyor. Eski çamlar bardak oldu, dünya piyasalarında Erdoğan’ın “çılgın”lığına yatırım yapacak, ortak olacak para babaları bulmak hiç ama hiç kolay değil.
Dördüncüsü; projeyi, aynı zamanda Türkiye’nin jeo-stratejik avantajları bakımından politik-askeri bir koz olarak da kullanma hesabı içinde olan Erdoğan’ın kendi ayağına sıkma durumuna düşürülmesi de hiç yabana atılacak bir olasılık değil. Boğazların güvenliğini düzenleyen 1936 Montrö anlaşmasından söz ediyoruz. Anlaşma, 1923 Lozan Anlaşmasına bağlı olarak imzalanmış ve bitiş tarihiyle ilgili bir hüküm de yok. Keza Montrö de her hangi bir imzacı ülke tarafından feshedilmiş değil bugüne kadar. Dolayısıyla, Erdoğan’ın İstanbul boğazını pas geçerek yerine Kanal İstanbul’u savaş gemilerinin geçiş güzergahı olarak kullandırma ve tek taraflı tam denetim elde etme niyetinin uluslararası anlaşmalar bakımından zorunlu bir karşılığı yok. Önce, Türkiye tarafından Lozan’ın bittiğinin ve Montrö’nün feshinin ilan edilmesi gerekecek. Ama zaten bu, başlı başına ve nesnel olarak uluslararası gerilim ve belki de çatışma ortamını tetikleyen bir girişim olmak anlamına gelecektir.
Velhasıl, vurgulamaya çalıştığımız bu belli başlı durum ve faktörler toplamından bakıldığında Kanal İstanbul için girişine ilk kazmayı vurmak mümkün olsa da ucunu görmek iktidara hiç nasip olmayabilir. Daha doğrusu, tam da bu tehlikeyi en baştan engelleyen, bertaraf eden, yani ilk kazmayı bile vurdurmamayı hedefleyen bir karşı plan ve hareket başlatmak, örgütlemek gerekiyor. Bu mümkün ve başarılabilir.
Erdoğan’ın sıkışmış, çözümsüz ve çöküş halindeki iktidarına büyüklük, güçlülük cilası çekmek; açlık, yoksulluk, işsizlik, zam, vergi olarak halkın sırtına yüklediği kriz faturasını katlamanın yeni gerekçelerini yaratmak; batmış yandaş inşaat, madencilik sektörüne yeni rant, talan alanları açmak ve sermaye birikim olanağı sağlamak; uluslararası sermayenin güvenini yeniden kazanarak daha da para çekmek, borçlanmak; savaş ve yayılmacılık siyasetinde saplandığı açmaza karşı elini daha da güçlendirmek, yeni maceralara kapı açmak, v.b. gerçek nedenler en somut içerikleriyle ve örnekleriyle halka taşınabilir ve anlatılabilir. Erdoğan’ın Kanal İstanbul “büyük hayali”nin halkın yaşamına ve çıkarlarına büyük ihanetinin yeni bir halkası olduğu gösterilebilir. Projenin, “çılgın” gibi sevimli bir propaganda argümanıyla değil, iktidarının ve yandaşlarının bekası için her şeyi göze alan bir “delilik” halinin tezahürü olarak gündemde tutulması sağlanabilir. Kanal İstanbul’u ekonomik, siyasi, toplumsal ve askeri kapsamıyla yeni bir olanak, başlangıç ve çıkış yolu olarak planlayan Erdoğan iktidarı için bu proje, yolun sonunu döşeyen bir karşı halk iradesinin temel toplumsal akslarından biri haline getirilebilir.
HDK ve HDP başta olmak üzere, tüm demokrasi ve özgürlük güçleri, sendikalar ve meslek odaları, özellikle ekoloji mücadelesi etrafında faaliyet yürüten yapı ve inisiyatifler sorunu ve çözümü gündemleştiren ortaklaşmalarda her yerde bir araya gelişi örgütlemek için hemen harekete geçmelidir.
Kanal İstanbul hayalinin, Erdoğan rejimiyle birlikte defteri dürülmelidir. Demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü bir toplumun inşasının, “Yeni Yaşam”ın kuruluş mücadelesinde ortaklaşmış halk iradesi bunu başarabilir.