Siyaset felsefesindeki belki de en zor ve rahatsız edici soru, Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme kitabında ortaya attığı şu soru olsa gerek: neden insanlar, sanki özgürlükleri için savaşırmışçasına, kölelikleri için savaşırlar? Gilles Deleuze ve Félix Guattari, Anti-Oedipus’taki meşhur pasajlarında Spinoza’nın bu sorusunu Wilhelm Reich’ın Faşizmin Kitle Psikolojisi kitabıyla ilişkilendirirler. Yazarların ifadesiyle, “asıl hayret verici olan, bazı insanların hırsızlık yapması, veya bazılarının zaman zaman greve gitmesi değil, açlık çeken bütün insanların sürekli hırsızlık yapmaması, sömürülen bütün insanların da mütemadiyen grev yapmamasıdır”.
Spinoza bu soruya bilinç düzeyinde cevap vermeyi reddeder. Onun yerine, köleliğe eşlik eden “kederli tutkular”ın, insanların eylemde bulunma gücünü azaltan maddi güçler çerçevesinde anlaşılması gerektiğini öne sürer. Eylemde bulunmanın getirdiği mutluluğu, ancak başka bedenlerle kompozisyona girerek, onların kudretini kendimizinkine katarak tadabiliriz. Dolayısıyla, zorbalığın dayattığı fiziksel kısıtlar bizi eylemde bulunamaz hale getirdiğinde, boş inanca kapılmaya yatkın oluruz, bu yüzden acizliğimiz de imgelemimizde sanki kendi irademizin sonucuymuş gibi görünür.
Boş inanç, Karl Marx’ın Spinoza’dan uzun yıllar sonra “ideoloji” diye tarif edeceği şeye yakındır; malum, Louis Althusser de bunu, Ethika’nın birinci kitabının ekinde yer alan bir argümanla birleştirir. Şöyle der Spinoza orada: “İnsanlar, sırf isteme ve arzularının bilincinde oldukları için özgür olduklarını düşünürler; ama onları istemeye ve arzulamaya sevk eden nedenleri düşünmez, tasavvur bile edemezler, çünkü bu nedenlerden bihaberdirler.”
Demek ki ideoloji, devletin maddi kurum ve pratiklerinin muhayyel bir formda temsil edildiği alandır. Hakikati vahiy yoluyla idrak ettiklerini söyleyen peygamberlere inandığımızda boş inanca yöneliriz. Bedenlerimiz sınırlı olduğu için, ve aklı devreye sokmadan doğaya dair bilgi oluşturamadığımız için, bu boş inanç imgelemimizde yer eder. Bizi bilgisiz tutmaktan fayda sağlayan zorbalık, imgelemde boş inanç olarak temsil edilen maddi ilişkidir.
Ancak, zorbalığın ve köleliğin varlığı, bu bilgisizlikle açıklanamaz. Deleuze ve Guattari’ye göre Reich’ın analizindeki en etkili nokta, “kitlelerin bilgisizliğini veya yanılsama içinde olmalarını faşizmin açıklaması olarak kabul etmeye” yanaşmamasıdır. Ona göre kitleler “masum aldatılmışlar” değildirler, “belirli bir dizi koşul altında faşizmi istemişlerdir, ve açıklanması gereken, tam da kitlelerin bu sapkın arzusudur”.
Siyaset düşüncesinde Spinoza’dan Deleuze ve Guattari’ye uzanan bu uzun çizgi, her yönüyle çağdaş bir soruna temas ediyor: özgürleştirici kitle hareketlerinde bir araya gelen kolektiviteler ile mevcut güçleri pekiştirmeye hizmet eden güruhu birbirinden ayırma sorunu. Étienne Balibar, Kitleler, Sınıflar, Fikirler kitabında bu sorunu veciz bir ifadeyle ortaya koyuyor: “kitlelerin korkusu”. Balibar bu ifadeyle iki şeyi kastediyor: “Kitlelerin hissettiği korku. Ama aynı zamanda kitlelerin, siyaseten yönetme veya eylemde bulunma mevkiinde bulunanlarda, yani devlette, yol açtığı korku”.
Ancak, Spinoza bize kendi kendini yönetmeye kadir bir çokluğun imkânını da sezdiriyor. Etik yaşam, akla uygun işleyen, ve bizi eylemde bulunma gücünden alıkoyan kederli tutkuları aşan bir yaşamdır. Boş inanç böyle bir yaşamın önündeki engeldir ve tamamen toplumsal bir olgudur. Bütün insanlar akıl yürütme yetisine sahiptir, ama zorbalık onları bilgisizlik hali içinde tuttuğundan bu yetilerini kullanmaları engellenir. Sadece seçilmiş bir azınlığın yönetme yetisini haiz olduğu inancının hiçbir doğal temeli yoktur. Deleuze’ün 1968 tarihli Spinoza incelemesinde öne sürdüğü gibi, etik bir yaşam sürmek insanın kendisini “rastlantısal karşılaşmalardan ve peş peşe gelen kederli tutkular”dan kurtarmasını, “iyi karşılaşmalar örgütlemesini” gerektirir: yani, kendi tabiatıyla uyumlu olan ilişkileri birleştirip “akla uygun bir birliktelik” oluşturmasını.
Trump’ın suretinde, sadece çokluğun değil, kendisinin bilgisizliğini de bilfiil idame ettirme peşinde olan bir zorbayla karşı karşıyayız. Ama Trump’ı eleştirmek fazla kolay, ve açıkçası kendi kendini onaylamaya denk düşüyor. Keza, Trump’ın varlığını Amerikalı seçmenlerin cehaletiyle açıklamak da, tamamen imgelem düzeyinde kalan, yetersiz bir açıklama.
Stuart Hall, seçimlerde sağın yükselişinin tehlike çanları çaldığı daha önceki bir dönemde, Margaret Thatcher’ın yükselişini açıklamayı denemişti. “Sağa Kayma Gösterisi” başlıklı yazısında Hall, Thatcher’ın “otoriter popülizmi” için şöyle diyordu: Bu popülizmin “başarısı ve etkililiği, masum halkı aldatma yeteneğinde değil, gerçek sorunlara, gerçek ve yaşanmış deneyimlere, gerçek çelişkilere temas ederken, aynı zamanda onları sistemli biçimde sağın politikalarına ve sınıf stratejilerine doğru çeken bir söylem mantığı içerisinde temsil edebilmesinde yatıyor”.
Bugün çoğumuz bu kavrayışın izinden gitmek yerine, metafiziksel bir iktidar kuramına dayalı ahlaki bir eleştiriye kapılıyoruz. Değişen siyaset ortamına ilişkin hâkim liberal analiz, boş inancın maddi temeliyle yüzleşmeyi reddediyor. Onun yerine, tamamen vahiy modeli temelinde iş görüyor. Değil mi ki hakikat aramızdan bazılarına vahyolunmuş. Değil mi ki biz peygamberler, ya üniversiteleri mesken tutmuşuz ya da MSNBC kanalında programlarımız var. Ve değil mi ki taşranın çokluğunun aksine, yönetmeye kadiriz. O çokluğa akıl yoluyla seslenmek tek kelimeyle faydasız, ne de olsa onlar ırkçı ve geri kalmış.
Belki de Hall’un bu tür yanlış açıklamaları reddedebilmesinin sebebi, kültürel çalışmalar alanındaki eserlerinde, daha otoriter popülizm kuramının çığır açıcı dönemecine girmeden önce bile, gündelik hayatı -popüler kültürü- hakkıyla değerlendirmiş olmasıydı. Spinoza gibi o da, çokluğun müşterek kavramlarında kehanetten daha büyük bir bilgi olduğunu görmüştü.
Günümüz solu utanç verici bir başarısızlık içerisinde. Politik uygulamanın yerine; çokluğun yeni kompozisyonlarını oluşturmayı denemek yerine, sosyal medyanın kederli tutkularını seçtik. Başka deyişle, Trump’ın felsefesini kabul ettik. Politika yerine, gevezelikle iştigal ediyoruz. Üstelik bu, en yaygın biçimi itham ve kınama olan, kederli bir gevezelik. Kınama, çokluğu alçaltır. Eylemin yerine, edilginliğin kederini dışarıya yöneltmekten başka işe yaramayan nefreti kabullenir; failliğin yerine, korkuyu kabullenir ve güvenliği davet eder; kolektif demokratik özne yerine, boş inanca kapılmış güruhu kabullenir.
Boş inanç içindeki güruh, Spinoza’nın çok iyi bildiği gibi, olsa olsa zorbalığa hizmet eder. Şimdi kendi kurduğumuz yeni bir teokrasiyle karşı karşıyayız -sosyal medya gevezeliği arasında bütün yetilerimizi çürüten ve politikayı imkânsızlaştıran bir teokrasi. Politikayı yeniden mümkün hale getirmek boynumuzun borcudur, ve bunun için de, yalnızca boş inanca dayanan ahlaki ve politik temizlik konumunu terk etmemiz gerekiyor.
*Elçin Gen tarafından çevrilen bu yazı www.e-skop.com sitesinden alınmıştır.