Toplum, doğalında mevcut olan temel toplumsallık özelliklerini kaybetmişse her şeyini kaybetmiş olur. Her şeyini kaybettikten sonra da bir özne olarak tanımlanamaz, anlamlaştırılamaz hale gelir. Tanımını ve anlamını yitirmiş yığınlar için genellikle, “güruh” veya “sürü” tanımı yapılır.
Başlangıç olarak devlet, nötr bir kavram olmasına rağmen gizil diyalektiği bakımından tamamen bir sömürü aygıtıdır. Devletin beş bin yıllık tarihi de doğrudan bunun ispatıdır. Toplumsal mücadelelerin güçlü olduğu yerlerde devlet; toplumsal mücadelenin yıkıcı ve yok edici gücünü kırmak için kendini toplumsallığa, bir başka tanımla da demokrasiye duyarlı hale getirmiştir. Demokrasiye veya toplumsallığa duyarlı hale gelmiş olan devlet, sömürüyü ortadan kaldırmış anlamına gelmemiştir. Mücadele karşısında kah geri adım atmış kah başka başka maskeler kullanarak kendisini yeniden ve yeniden üretmiştir ama esas amacı olan sömürüyü daha da yoğunlaştırıp derinleştirmekten geri durmamıştır. Sömürünün yoğunlaşması ve derinleşmesi esas olarak toplumsallığın parçalanması üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla sömürüdeki yoğunlaşma, toplumdaki parçalanmayla aynı oranda olmuştur.
Böylece toplumun doğalında olan komünal özelliklerine saldırarak bireycilik kışkırtılmış ve toplumsallık adeta lime lime edilip tanımlanamaz, anlamlandırılamaz hale getirilmiştir. Tarihin kimi zamanlarında toplumlar kendi farkına vardığında ise birden kendini çok yoğun bir kaos ortamında bulmuştur. Kaos, toplumsal mücadelenin gücüne göre farklı farklı çözümler üretmiş ama bir türlü gerçek çözümü üretememiştir. Yer yer uzlaşarak, yer yer ise küçük sürtünmelerle hep kendini kalıcılaştırarak var etmiştir.
Dolayısıyla kimi ekonomistler jeologların sismik ölçümü gibi kaosun şiddetini ölçer olmuştur. Ülke ülke nüfus başına düşen GSMH hesabı yapılmakta, bu ölçüme göre ülkelerin “refah” veya yoksulluk düzeyi, yani kaosun toplumun derinliklerdeki titreşimleri hesaplanmaktadır. Esas olarak kaosu üreten egemenler, yöntemi doğru uygulanmaktadır. Doğru olmayan titretişimi yaratanların kendi bilincinde olmayışıdır. Toplumsallıktan düşme, sürüleşme tam da bu kaos aralığında tanımını bulmaktadır.
Toplumsallık elbette basit bir tanımlanma veya kavramsallaşma değildir. Toplumsallığın da bir yapısallığı, yani temel dayanakları, kuralları, ilkeleri vardır. Toplumsallık; esas olarak analitik zeka üzerine biçimlenmiş mantığı; varlığını kendi varlığı kadar hak gören insan sevgisini; varlığını bir başkasının yaratıcı eylemine borçlu gören dayanışması; tüm bu temel kural veya ilkelerin tamamlayanı konumunda olan insanın insanla olan iletişim aracını yani dili içermektedir. Toplumsallık, bu dört temel ilke üzerinden yapısallık kazanır.
Devleti ele geçiren egemenlerin, varlıklarını koruyup sürdürebilmek için de toplumsallığa tam da buralardan saldırmaktadır. Toplum, devletin kendisini sarıp kucakladığını sanırken toplumsallık adına oluşturduğu tüm değerler yavaş yavaş sızdırılarak kendisinden çalınmaktadır. Bu durum özellikle kolektif emek üretim alanlarında daha da başat bir rol oynamaktadır.
Türkiye toplumsallığında bu gerçek, çok daha çarpıcı bir biçimde kendini görünür kılmaktadır. Kendinden önceki bütün iktidarların yaptığı gibi AKP faşizmi de başlangıçta toplumsallığa ve toplumsallık etrafında örülmüş olan ahlaki ilkelere vurgular yaparak iktidar olmuştur. İktidarlaşır iktidarlaşmaz da hızla köşe dönmeciliğe başlamıştır. Başlangıçta AKP yandaşlarına peşkeş çekilen devlet imkanları, zamanla aileciliğe dönüşmüştür. R.T. Erdoğan ailesi ve yakınları hızla servet büyütme sürecine girmişlerdir.
Erdoğan ailesi servet büyütürken, üretenler ise sürekli baş aşağı giden bir yoksulluk cenderesi içerisine alınmıştır. Gelir dağılımındaki eşitsizlik gediği giderek büyümüş ve adeta birbirini duyamayacakları yamaçlara dönüşmüştür. Türkiye toplumsallığı yaratılan bu yamaçlar arasındaki uçurumda inler olmuştur. Son 2020 yılı “bütçe” hesapları bunu çok daha net açığa çıkarmıştır. “Bütçe”nin ise esasta bir bütçesizlik olduğu da anlaşılmaktadır. Bütçe hesaplarının bütün verileri, onun bir savaş bütçesi, yağma ve talan bütçesi olduğunu göstermektedir. Toplumsal alana dönük iyileştirici hiçbir umut sunmamaktadır. Bırakalım umut sunmayı, yoksulluğun giderek büyüyeceğini, kaos ortamından bireysel kurtuluş arayanların yaygınlaşacağını, gerçekleştiremeyince de toplu ya da tek tek intiharların daha yaygın hale geleceğini göstermektedir.
Elbette bu kötü tablo üretenlerin ve emekçilerin kaderi değildir. Onlar, toplumsallığın temel ilkelerine sarıldıklarında toplumsal barış ve özgürlük mümkün hale gelecektir. “Kaybettiğini kaybettiğin yerde ara” öz deyişinde olduğu gibi; “Devlet asgari ücreti ne kadar belirledi?”, “Maaşıma bu bütçeden ne kadar pay düşüyor?” gibi arayışlardan uzaklaşarak, “DEVLET BİZDEN BU BÜTÇEYLE NE KADAR ÇALACAK?” sorusunu güncellemek gerekiyor.
Bu soru toplumsal aklın yeniden dirilmesinin önünü açacaktır. Soru doğru yöneltildiği zaman Türkiye toplumsallığı gelişecek, hali hazırda bir direniş konumunda olan Kürdistan toplumsallığıyla doğru bir buluşma yapacak ve Kürt özgürlük direnişi karşısında ağır darbeler almış olan AKP-Erdoğan faşizmi de paramparça olacaktır. Doğru anlaşılana kadar tekrarlamak zorundayız; “KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ!”