“Quid rides? Mutato nomine de te fabula narrator.”
Türkçesi: Neye gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin hikâyendir!” Horatius
Bu hikâye, her ne kadar 17 bin “faili meçhulün” ortak hikâyesi gibi görünse de aslında Türkiye’nin resmi ideolojisinin hikâyesidir. Bu sadece benim değil, hepimizin, hepinizin hikâyesi… Tam da bu nedenle Romalı büyük şair Horatius’un sözleriyle başlamak istedim.
***
Tam 26 yıl oldu, babam Mecit Baskın bir meçhule gideli, daha doğrusu meçhule götürüleli…
Kaza değildi, hastalık değildi, eşit şartlar altında yapılan mertçe bir dövüş ise hiç değildi. Meçhuldü. Bilmiyorduk. Bilmiyorlarmış. Öyle diyor ülkenin hakim ve savcıları…
2013 yılında babamın “Adli Tıp” raporunu elime ilk aldığımda, içimde cereyan eden o anlatılmaz sızının başka bir biçimini geçen hafta içinde Ankara Adliyesi’nde yaşadım.
****
Duruşma günü gelmişti nihayet…
Karşımda bütün soğukkanlılığıyla “devlet baba”, babasının akıbetini arayan ben ve aklımda onlarca “faili meçhul” soru… Acaba yüzleşebilecek miydik geçmişimizle? Yıkabilecek miydik çektiğimiz bir tuğla ile Çillerlerin, Ağarların o kirli ve paslanmış bürokratik duvarlarını? İnşa edebilecek miydik, içinde ortak iyinin hakim olabileceği bir ülkeyi?
Babamı faili meçhul bir cinayete kurban edenlerin sanık sandalyesinde olduğu o davada, tam da bu haleti ruhiye içindeydim. Kendim ve bana benzeyen 17 bin kişi için adalet ve bütün toplum için de yüzleşme ve hakkaniyet istiyordum, çok mu? Meğerse çokmuş! Onu gördük, herkes gördü, bütün cihan gördü.
***
Davanın görüleceği günün hemen öncesinde haber ajansları Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Polonya’daki Auschwitz Nazi Kampı ziyaretinden bahsediyordu. Şöyle diyordu haber bültenleri; “Angela Merkel, Auschwitz Nazi Kampı ziyaretinin ardından yaptığı konuşmada ‘Sorumluluk ulusal kimliğimizin bir parçasıdır’ diye açıklamada bulundu” diyordu.
Böylelikle Merkel’in bu açıklamalarını biraz araştırınca, yaşanmış organize ve toplumsal acılarla nasıl başa çıkılabileceğini, en azından başa çıkabilmek için neler yapılabileceğini düşünmeye başladım. Keza Almanya hükümeti bu kamplarda yaşanan vahşetin araştırılması ve sosyal alanlarda bu vahşete maruz kalmış insanların hikayelerine dair araştırmaların yapılması için çeşitli burs ve fonlar da verdiğini öğreniyordum. Hayal gibiydi adeta! Bir trajediden hayal ve umut yaratmak mümkünmüş, diye geçirmiştim içimden.
Tekrar davamıza gelecek olursak, Merkel’in merkezinde olduğu bu haberi okuduğumda içimde beliren “umut” faili meçhul cinayetler davasının savcısınca verilmiş olan mütalaayla Türkiye gerçeğine geri döndüm. Zaten fazla umut etmiştim, eli kulağında olmalıydı “devlet babanın” malum haberi. Eldeki onlarca delile rağmen, bu delillerin hiçbirini görmeyen savcı, asla masum olmayan bir katilin beyanatlarındaki çelişkiye atıfta bulunarak; “bu çelişkiler ışığında, şüpheden sanık yararlanır ilkesi gereği sanıkların üzerine atılı suçun gerçeği yansıtmadığı sonucuna varıldığından” diye, akıl almaz bir gerekçe ile beraat kararı verilmesini istedi mahkeme heyetinden.
Ama durun! Daha bitmemişti. Olur ya, heyet başkanı bu mütalaaya katılmak zorunda değildi, “hayır! Biz mütalaaya katılmıyoruz, sanıkların aynı konu bakımından yani ‘cürüm işlem için silahlı teşekkül oluşturma’ suçundan kesinleşmiş cezaları olduğu da sabittir!” diyebilirdi.
Mesela, öldürülen kişilerin genelinin vücudundan çıkan mermi çekirdeklerinin aynı silahtan ateşlendiği balistik raporuyla sabit olması ile beraber bu silahın sadece “Polis Özel Harekat” envanterinde olan UZİ marka silahlar olduğu anlaşıldığından gerekçesiyle itiraz edebilirdi.
Mesela, Mahkeme Başkanı, Kutlu Savaş raporunu baz alıp yapmış olduğu tanıklığa binaen vermiş olduğu ifadede “Bu cinayetler devletin bilgisi ve onayı dahilinde işlendi” demesine atıfta bulunabilirdi.
Mesela, Susurluk Komisyonu Başkanı Fikri Sağlar’ın cinayetler için “Bu cinayetler gerçektir, devletin koruduğu ve yetkili kıldığı kişiler tarafından işlenmiştir, bununla ilgili bilgiler mahkemenizin istediği Susurluk Raporu’nun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle gönderilmeyen raporun eksik olan kısımlarından ulaşabilirsiniz” demesini göz önüne alabilirdi.
Mesela, mahkeme heyeti, MİT’in 2014 yılında ilginç bir şekilde ilgili dosyaya gönderdiği, Türkiye’deki ilk telefon dinleme tapelerinin içeriğindeki; “Maktullerin üzerinden çıkan değerli eşyalar için telefonda kavga edildiği” gerçeğini göz önüne alabilirdi.
Ve tabii ki, yüzlerce delili daha göz önüne alıp, “Dur, ben bu ülkenin acılarıyla yüzleşmesine gidecek yolu açayım da, şunlara hak ettikleri ceza olan ‘ağırlaştırlmış müebbet’ hapis cezası vereyim de, alkış kıyamet kopsun, gözyaşları sevinçle aksın” diyebilirdi. Diyebilirdi…
Bakmayın benim bu geniş hayal dünyama siz. Tabii ki, mahkeme başkanı sadece üç satırlık yazıyla kafasını kaldırdı ve “Elde delil yok, 17 sanık hakkında beraat kararı verdik” deyip, kaçarcasına uzaklaşıp gitti.
Daha önce dediğimiz gibi, bu bizim olduğu kadar devletin ve bütün Türkiye’nin hikâyesidir. Sadece mesele yüzleşmek ya da yüzsüzleşmektir. Hakimler, savcılar ve siyasal otorite yüzsüzleşmeyi seçtiler. Faili meçhul davalarını Ankara’nın dehlizlerinde kaybettirmeye yeminli olduklarını gördük.
***
Ama biz yine de tarihe not düşmek isteriz;
Bu hesap, saf iyi ile saf kötünün arasında cereyan eden bir davadır.
Bu hesap, mazlum ile zalimin arasında devam eden bir mücadeledir.
Bu mücadele, Berfo Ana ile Kenan Evren arasındaki mücadeledir.
Bu hesap, Roboski ile Skorsky arasındaki amansız hesaptır.
Bu yüzden, yeriniz ya Roboski’den yana olacak, ya da Roboski’yi bombalayan Skorsky’den yana, ya zalimden yana olacak ya da mazlumdan yana, ya Berfo Ana’dan yana olacak ya da Kenan Evren’den yana…
Bu hesap bu dünyada görülecek ve bu dava mahşere kalmayacak… İnsanlık onurunun devlet eliyle yerlerde sürüklenip, sonra da faili meçhul bırakılmasına asla müsaade etmeyeceğiz.. Bizler buradayız ve onurlu mücadelemiz devam ediyor. Başka hiçbir çocuğun babasının, annesinin; başka hiçbir annenin, babanın çocuklarının mezarını aramak zorunda kalmayacağı bir ülke yaratmak boynumuzun borcu olsun!
***
Size, benimki gibi görünen, ama aslında hepinizin hikâyesini anlattım. Size devlet eliyle işlenen 17 bin cinayetten sadece birini anlattım. Şimdi isterseniz gülün, isterseniz üzülün, isterseniz “devlet cinayet işlemez”, isterseniz “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye bağırın. İsterseniz, hiçbir şey olmamış gibi hayatınızı yaşamaya devam edin.
Ama asla unutmayın; sizler de bu hikâyenin bir parçasısınız! Tercih sizin! Ya kurbandan yana olacaksınız ya da cellattan…
Bu bizim olduğu kadar devletin ve bütün Türkiye’nin hikâyesidir. Sadece mesele yüzleşmek ya da yüzsüzleşmektir. Hakimler, savcılar ve siyasal otorite yüzsüzleşmeyi seçti
* Ankara’da 1994’te kaçırılarak öldürülen Altındağ İlçe Nüfus Müdürü Mecit Baskın’ın oğlu.