Son günlerde yaşadıklarımızın bizi tarihsel bir izlekte buluşturduğunu hemen herkes fark etmiştir. 8 Temmuz günü Tekirdağ’da meydana gelen elim tren kazasına dair haberleri duyduğumuzda anladık, biz bu acıyı tanıyorduk. Belleğimiz 14 yıl önce 22 Temmuz’da yaşanan Pamukova “hızlandırılmış tren” faciasını hemen ortaya çıkardı. Normal trenin hızlı sürülmesinden “hızlandırılmış tren” üreten ve bunu kamunun hizmetine “icraat” olarak sunan zihniyetin ‘Kara Tren’ türküsüyle açtığı tren seferleri o gün onlarca hayatı karartmıştı.
Aradan yıllar geçmiş olsa da iki kazanın sonuçları çok benzer, keza nedenleri de öyle.
Öncelikle bu kazaları hazırlayan nedenler arasındaki temel benzerliğin kamu yararını ve güvenliğini ikinci planda gören politika ve uygulamalar olduğunu görüyoruz. Zira her iki vakada da ciddi alt yapı eksiklikleri söz konusu. Altyapı yetersizliklerinin ise atlanan bakım onarım çalışmaları ve denetimlerle; uzman uyarılarının dikkate alınmamış olmasıyla faciaya davetiye çıkardığı anlaşılıyor.
Nitekim arşivlere baktığımızda Pamukova tren kazası için Prof. Aydın Erel’in şu sözlerine rastlıyoruz: “Bu olay kaza sayılmaz çünkü ben daha önce uyarmıştım. Taşıt ile yol arasındaki uyum çok önemlidir. Rayların kulp genişliği dar, alt yapısı uygun olmayan raylarda trenler hız yapmamalıdır” .
Tekirdağ’daki tren kazasının bir farkını ise TMMOB’un da basın açıklamasında ifade edildiği gibi kamusal bir hizmet olan demiryollarının özelleştirilerek demiryolu taşımacılığının ticarileştirilmesinde görüyoruz. Basın açıklamasında nitelikli personelin azaltıldığına, teknik olarak da lokomotif bakım ve yol bakım atölyelerinin işlevsizleştirilerek küçültüldüğüne hatta bir kısmının eleman yetersizliği nedeniyle kapatıldığına da dikkat çekiliyor.
Anlaşılan o ki, Türkiye’yi “şirket” gibi yönetmeyi planlayanlar, şirketlerde ISO 9001 kalite yönetimi, ISO 14001 çevre yönetimi, ISO 18001 İşçi sağlığı ve İş güvenliği yönetimi sistemlerinin uygulandığını, hatta risk yönetiminin kurulmasına çalışıldığından bihaber. Dolayısıyla devletin yeni yönetim tarzının hedeflediği şirket yönetiminden fersah fersah uzak olduğu, bu tarz bir işleyişin daha çok bakkal dükkanınkine benzediği ortada. Bu bahisle ne şirket yönetimine bir güzelleme yapma, ne de küçük güzel şirin bakkalları yerme niyetindeyim.
Diğer taraftan iki yıldır bizi yöneten KHK’ların dün bir de Nükleer Denetleme Kurulunu (NDK) oluşturduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Üyelerini Cumhurbaşkanı’nın atayacağı beş kişilik kurulun nükleer santrallerle ilgili her tür kararı alacak olması düşündürücü. Hatta mali ve idari özerkliği olacağı iddia edilen bu ekip isterse yüzde 51’i NDK’ya ait olan Nükleer Teknik Destek (NÜTED) Anonim Şirketi de kurulacak.
Defalarca yazmışımdır, Fukuşima Nükleer Felaketi’nin nedenlerinden biri denetimlerin yeterli ve doğru yapılmaması ve siyasi iktidarla nükleer santral işletmecisi Tokyo Elektrik Şirketi’nin işbirliğidir. Nitekim tarihte ilk kez yargı bir şirket ve dönemin hükümetini Fukuşima Felaketi’nin meydana gelmesinden birlikte sorumlu tutmuştur. Kuşkusuz bu “ilk”te yargının cesaretinin de payı var.
Bağımsızlık ve özerklik demişken, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) göre bu ilkelerin Nükleer Düzenleme Kurulu’nda izdüşümünü görmenin tek yolu siyasi karar vericilerin NDK’nın idari işlerine karışmamasından geçiyor. Zira görevler ayrılığı ilkesine uyulması, teknokrat baskısı altında kalınmadan karar verilmesi dolayısıyla nükleer güvenliğin sağlanması için elzem. Aksi halde örneğin santralde nükleer kaza veya sızıntı olduğunda, NDK siyasi iktidarın temsiliyetinin zarar görmesinden çekinerek halkı paniğe sevk etmemek için açıklama yapmayabilir, gerçekleri halktan gizleyebilir. Öyle olmasa dahi şeffaflık olmayacağı için toplum nükleer paranoyalar geliştirebilir.
Bu durum devletler için de geçerlidir… İsrail 7 Haziran 1981 yılında Irak yönetiminin nükleer silah sahibi olmayı planladığını öngörerek Irak’ın yeni kurduğu Osirak reaktörünü, Operasyon Opera adını verdiği bir füze saldırısı ile vurmuştur. Yakıt yüklemesi yapılmadığı için çevre ve sağlık açısından bir tehdit oluşmadığı açıklanmış ve zarar Irak’a milyarlarca dolara mal olan ekonomik külfetle atlatılmıştır. Irak’ın bu tecrübesinin yeni bir tarihsel izlek oluşturmaması dileğiyle.
Pınar Demircan