Yeni bir KHK ile işinin ehli akademisyenler, şu veya bu bahaneyle üniversitelerden atılırken, bu tür sivil kıyımların toplumsal düzeyde nelere mal olabileceğini görebilmek için çok beklemek gerekmedi. Sözgelimi mühendislik bilgisi yerine müteahhit zihniyetini ikame etmenin ağır bedelini, Çorlu’daki tren faciasıyla -ne faciası, neredeyse planlı bir katliam!- hiç vakit kaybetmeden gösteriverdi hayat.
Daha birkaç ay önce vergilerimizle, sözde İstanbul’un fethinin 365. yılını kutlamak üzere yapılan akla ziyan propaganda filminde, ultra milliyetçiliğin “Sen yürü aslanım…” diyerek gemileri karadan atları denizden yürütebilen fantezi dünyası, Çorlu tren kazasıyla tarumar oluverdi. İki yüz yıldan fazla bir zaman önce gavurların icat ettiği treni daha rayların üzerinde yürütmeyi beceremiyordu bu akıl, ancak hamaset üretmekte üstüne yoktu.
Akademiden el çektirilenlerin yerini dolduracak meslektaşların bu durumu içlerine sindirebilecek olması bile, mesleki ve ahlaki ehliyetleri hakkında fikir vermiyor mu? Son gelen habere göre, rektör olmak için profesör olma şartı da kalkmış. Bundan böyle kaza beklemeye bile gerek yok, üniversitelerde toplu bir intiharla karşı karşıyayız.
‘Yeni Türkiye’de mıntıka temizliğinin bu şekilde devam edeceği müjdelenirken, totaliter rejimin ahtapot misali hayatın her köşesine uzanacağını tahmin etmek zor değil. Mevcut sistemin kurumsallaşmasının verdiği güvenle, bugüne kadar özgüven eksikliğinden çok fazla ilişilmeyen alanlarda, örneğin kültür-sanatta ne tür bir siyaset izleyeceklerini merak ediyordum şahsen. Yeni kabinede Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bir turizm şirketinin patronu getirildiğine göre, merak edecek fazla bir şey kalmadı. Kültür ve Turizmi aynı çatı altında birleştirmek zaten yeterince ucube bir fikirdi, sonunda kültürle en ufak ilgisi olmayan bir bakan atayarak bakanlığın Kültür kefesini fiilen lağvetmiş oldular.
Nitekim bakanlığın tarihine bakınca, devletin kültürle ilgili kurumu ne yapacağını bir türlü bilemediğini görüyoruz. İki bakanlığın birleştirilmesi kararının verildiği Nisan 2003’ten bir gazete haberi: “Bugüne kadar bir kez Milli Eğitim Bakanlığı, iki kez de Turizm Bakanlığı ile birleştirilen, sonra da ayrılan Kültür Bakanlığı’nın, yeniden
Turizm Bakanlığı ile birleştirilmesi tartışılıyor.
1920 yılında Maarif Vekaleti içinde ‘Türk Asar-ı Atikası Müdürlüğü’ olarak yeri tarif edilen kültür konuları, ilk kez 1971 yılında Nihat Erim hükümetinde bakanlık düzeyinde temsil edilme imkanı buldu. Bir yıl sonra tekrar müsteşarlığa dönüştürülen Kültür Bakanlığı, 1974’te Sadi Irmak Hükümeti döneminde yeniden kuruldu.
1976’da önce turizm sonra da milli eğitimle birleştirilen bakanlık, 1983 yılında yeniden müstakil bir bakanlığa dönüştürüldü. 1983’te tekrar Turizm Bakanlığı ile birleştirilen bakanlık, 1989 yılından günümüze (2003’e) kadar ayrı bir bakanlık olarak devam etti.”
Nitekim ‘tartışma’ uzun sürmedi, aynı ayın sonunda iki bakanlığı birleştirme yasası çıkarıldı. Bakanlıktan maddi destek alan sinema filmleri, jeneriklerine düştükleri notla ülkenin turistik promosyon ürünlerinden biriymiş gibi görünmek durumunda kaldılar.
Kültür elbette totaliter rejimlere de lazım ve Diriliş Ertuğrul dizileriyle falan basitçe hegemonyası kurulabilecek bir alan değil. Ama sansürle, tehditle, ekonomik baskıyla ve keyfi engellemelerle tahrip edilmesi kolay bir alan. Önümüzdeki dönemde muhtemelen kültürel icraat bu yönde olacak; bir ucunda kültür merkezinin yıkımı diğer ucunda cami inşaatı yapılan Taksim meydanının son hali bu siyasetin çıplak bir metaforu gibi.
Türkiye’nin uysal kültür ve sanat alemine hayırlı olsun!