Kürt müziğinin ‘Taçsız ve Tahtsız Kraliçe’si Eyşe Şan’ın aramızdan ayrılışının 23. yılı
Mehmet Şahin/ İstanbul
Kara kışın kendini iyiden iyiye hissettirdiği Aralık ayının ortalarında bir tabut taşınır, hüzünlü ve küçük bir kalabalığın omuzlarında. Buca Kaynaklı Mezarlığı’na doğru… Olayın hüznünü yaratan sadece ölüm acısı değildir; zorluklarla dolu yaşamına rağmen Kürt kültürünün en önemli mihenk taşlarından sayılmayı sonuna kadar hak etmiş bir kadının hak etmediği vefasızlık ve yalnızlık eşliğinde, kendi topraklarından uzaklardaki bu son yolculuğunun yarattığı kahırdır. Oysaki büyük bir zenginliğin içine doğmuştur Eyşana Êlî ya da hepimizin bildiği adıyla Eyşe Şan. Sonradan onu tanımamıza neden olacak müziğine ilham olacak sesleri, ilk olarak babasının varlıklı evinde kurulan dengbêj divanlarında duymuştur. Gerçek anlamda her sanatçı gibi Eyşe Şan da, sanatına yön veren ilhamı, içinde varolduğu toplumun kültürel zenginliğinden almıştır. Kendi müziğini, kültürünü, tarihini ve acılarını bir köşede sessizce dinlediği, dengbêjlerin hüzünlü tınılarında bulmuş ve daha sonraları büyük zorluklarla dile getirmek üzere bu tınıları yüreğinin bir yerine nakşetmiştir.
Antep’ten İstanbul’a
O her ne kadar başka hayaller ile büyüse de ona biçilen toplumsal role uygun olarak, kendi rızası dışında evlendirilir. Kendisinden iyi bir eş, iyi bir anne olmasını bekleyen zihniyete karşı kadın ve sanatçı olmanın verdiği gücü kullanan Eyşe Şan, yüreğinin sesi ile bu dayatmaya karşı durmayı bilmiştir. Belki bunun bedelini beklediğinden çok ağır ödeyecektir; ama zorluklarla dolu bir yaşam eşliğinde kendi halkının acılarına ses olmaktan vazgeçmeyecektir. Yıllar sonra kendisine sorulduğunda yaşadığı bu serüveni şöyle özetleyecekti : “Ezilmişlik, kendisiyle beraber büyük acı ve keder yaratır.” Önce Antep sonra İstanbul’da, yüreğinin derinliklerindekileri, yanık sesine işleyerek metropollerden köylere kadar sesini duyurur. Geceleri ay ve yıldızların aydınlattığı, köylerin toprak damlarında oturan binlerce yıllık acıların mağrur sahipleri, kendi tarihlerinin hüzünlü sesini kah banttan, kah o zamanların dalgası kısa, kendisi uzak bir coğrafyanın tanıdık radyolarından dinlerlerdi bu cesur sesi. Binlerce kadın, tıpkı kendisinin küçükken babaevindeki dengbêjleri dinlerken yaptığı gibi, evin kendilerine layık görülen en dip köşesinde, bildik hüzünlerini dinlerlerdi kendileri ile aynı kaderi paylaşan bu kadından.
Yok sayılan dili…
Sadece kadın olmanın zorluğunu yaşamadı Eyşe Şan. O aynı zamanda inkâr edilen bir halkın yok sayılan diliydi; bütün baskılara rağmen sese dönüşmeye çalışan. “Biz halkımızın ve ülkemizin ezilmişliğine feda olacağız” diyecekti yıllar sonra ama bunun için bedel ödemeyi o günden göze almıştı. O zamanlar şimdiki gibi “bilinmeyen dil” olarak dahi kabul edilmeyen Kürtçe seslendirdiği eserler nedeniyle, zaten iliklerine kadar yaşadığı sürgün hayatı artık çok uzaklarda, Almanya’da devam edecekti. Buradaki yeni hayatı ona sadece gurbeti değil; acıların en büyüğünü, evlat acısını tattırdı. Amed sokaklarında koşup oynaması gereken kızı Şehnaz’ı, köklerinden koparılıp atıldığı çok uzak coğrafyaların topraklarına emanet ederek kendi acısını da sese dönüştürdü ve “Qeder” adlı eserini dillere düşürdü.
Bervarî, Xan, Gûlbahar…
Tutunamaz o ellerde. Bir umut döner memleketine; ancak aradığını burada değil, tarihinin yaratıldığı topraklarında bulacaktır. Mihemed Arif Cizrawî, Hesen Cizrawî, Mihemed Şêxo, Tehsîn Taha, Meryem Xan, Îsa Bervarî, Kawîs Axa, Gûlbahar, Nesrîn Sêrwan, Cemîlê Horo gibi Kürt müziğinin sembol isimleri ile birlikte Bağdat Radyosu’nda, Eyşana Êlî olarak sesine yer bulacak ve halkının gönlündeki yerini iyice sağlamlaştıracaktır. Çocukları ile beraber yaşamak üzere İzmir’e yerleşir; ama ona dünyayı dar edecek dar kafalılık yüzünden doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Amed’i bir daha hiç göremeyecektir. Yaşam yolculuğu, kendisine biçilen toplumsal rolün çok uzağında seyreden bir kadının bu başkaldırısının cezasız kalmaması gerektiğini düşünen erkek egemen zihniyet ona köklerinin saklı olduğu toprakları yasaklayacak ve bir daha hiç adım attırmayacaktı. Kendi acılarının en büyük tanığı ve nerdeyse ailede tek destekçisi olan annesinin hastalığı sebebiyle onu son kez görme isteği ve daha sonra ölümü bile ona uygulanan bu yasağın kalkmasına yetmez ve yüreğindeki kor daha da büyür. Son nefesinde bile kendisini bekleyen annesinin ölüm acısıyla, ona adadığı “Xerîbim Dayê” hala yüreklerimizi dağlamaya devam etmektedir.
18 Aralık 1996
“Coğrafya kaderdir” der İbn-i Haldun. Eyşe Şan’ın tüm yaşamı içine doğduğu toprakların ona çizdiği doğrultuda baskı, zulüm ve türlü acılar eşliğinde yaşandığı gibi öyle de bitti. Doğduğu toprakların acı kaderi, ona ömründe binlerce defa aşmak zorunda bıraktığı zorluklarla eşlik ederken, yalnızlıklar ve yokluklar içinde bir sonu da reva gördü. Kürt olmanın hele hele kadın olmanın yarattığı tüm zorlukları birer birer aşarak ayakta durmasını bilen Eyşe Şan, kansere karşı giriştiği yaşam savaşını kaybettiğinde takvimler 18 Aralık 1996’yı gösteriyordu. Sağlığında ona yasak olan topraklarının, ölüsünü de bağrına basmasına izin vermez o köhnemiş zihniyet. Buca’da bir mezarlığa, neredeyse kimsenin katılmadığı bir hüzün merasimi eşliğinde defnedilir. Üzerini örtsün diye bir şeyler atılır üstüne; ama kendi toprağı değildir üzerini örten. Garip bir misafir gibi yatması reva görülür. Aslında tüm hayatının bir özeti olan bu hüzünlü anlarda sadece kendisinin değil, aynı coğrafyayı (kaderi) paylaştığı milyonlarca kadının hayat hikayesi nakşedilir acılı ilmeklerle. Bizim çocukluğumuzda her akşam, evlerin toprak damlarında, ayın ve yıldızların altında, kökü bu toprakların derinliklerinde olan tınılar yükselirdi kilam kilam. Çoğunluğu erkek olan bu sesler arasında bir kadın sesi vardı ki, dinleyenleri gece karanlığında titreyen mezarlık servileri gibi huşu içinde bırakırdı. Ayın şavkının yarım aydınlattığı yüzlerde, binlerce yılın hüznünü sesiyle ışıtırdı Eyşe Şan. Kendi yurdunun topraklarıyla dolu damlarında dinlenirdi, toprağından çok uzakta, toprağına hasret Eyşe Şan. Topraksız bırakılan Eyşe Şan…