Yazar Emin Sarı ile edebiyatını ve edebiyatla siyaset ilişkisini konuştuk
Ahmet Tulgar
Emin Sarı, görkemli bir dil kullanımı, güçlü doğa tasvirleri, Kürtlerin efsane ve kilamlarının tınısıyla, Türkçe olarak Kürtlerin öykülerini anlatıyor. Geçen Eylül ayında ‘Kayıp Öyküler (Zeryan’dan Kaçış)’ adlı ikinci öykü kitabı yayımlandı. Su gibi akan ama derinleşen öyküler yazan Emin Sarı ile öykülerini, Kürt hayatlarını, Türkçe ve Kürtçe’yi konuştuk:
- Sizin edebiyatınız bir yandan da bir borç ödeme gibi sanki. Yaşadığınız coğrafyanın doğasına ve içinden geldiğiniz halkın tarihine ve efsanelerine. Öyle mi? Doğa ve efsaneler temel izlekleriniz mi ya da kimliğinizin köklerine bir saygı duruşu mu?
Öncelikle beni sayfanıza misafir ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Günümüzde, popüler kültürün hayatın her alanını adeta işgâl ettiğine tanıklık ediyoruz. Çeşitli iletişim araçları “popüler” olanı insanların algılarıyla oynayarak onlara dayatıyor; tek sesli, tek renkli ama alabildiğine albenili bu baskın kültür özgün olana, farklı olana ya da popüler olamayana yaşam şansı tanımıyor. Bu anlamda sizin sayfanıza misafir olmak çok değerli benim için. Lise yıllarında edebiyat derslerimizin temel tartışmalarından biri ‘sanat sanat için midir, yoksa sanat toplum için midir’ sorusuydu. Sanırım hâlâ devam eden bu tartışmayla ilintilendirerek bu sorunuzu cevaplamak istiyorum. Toplumdan kopuk bir sanat eksik bir sanattır; yaralıdır. Benim bakış açım budur. Dolayısıyla, evet, bir anlamda borç ödemedir ama sırf borç ödemek için de yazmıyorum. Elbette sanatsal, edebi kaygılarım da var, ikisinin harmanı olsun isterim yazdıklarım. Efsaneler ve doğa tüm sanatların –özelikle yazım sanatının- vazgeçilmezidir ve ben de efsanesi bol, doğası eşsiz bir coğrafyada yaşıyorum. Bunları es geçmem mümkün değil. Başta bahsettiğim popüler kültür olayı -ve tabii ki devletlerin politikaları- her gün onlarca efsaneyi, söylenceyi, dili ve yaşamı yutup kaybediyor. Yitip giden her efsane, unutulan her şarkı aslında dünya kültür mirasının, dolasıyla edebiyatın, sanatın kaybıdır ve artı kimliğimin, köklerimin kaybıdır. Bunların hepsine selam durmaya çalışıyorum ve doğrusunu isterseniz mahcup bir selamdır benimkisi zira Kürt bir yazar olarak Türkçe yazıyorum…
- Türkçe yazan Kürt yazarların edebiyatında sıklıkla rastladığım üslup bu efsanelere özgü, mitolojik tınılı üsluptur. Bu tarzın sebebini nerede görüyorsunuz?
İlginç bir tespit yapmışsınız. Doğrusu ben bunu fark etmemiştim, sanırım bu bir etkileşim olayı. Bir insanın yazar olabilmesi ya da en azından yazabilmesi için algılarının ve duygularının açık olması lazım, toplumsal kaygılar taşıması lazım. Bu belki de dili, kültürü, yaşamı sürekli tehdit altında olanlara has bir kriterdir bilmiyorum ama Kürtler de sürekli bu tehditle yaşayan bir halk ve bu halkın yazarları da bu kaygılar ve duygularla hareket ediyorlar. Sonuçta ortaya iki şey çıkıyor: Birincisi dünya kültür mirasının en görkemli efsaneleri ile büyümüş bir yazar, bunların etkilerinden tamamen arınamıyor, belki de onu yazmaya sevk eden de bu mirastır ve dolayısıyla efsanelerin ona kazandırdıkları onun eserlerinde her zaman kendisine yer buluyor. İkincisi ise sürekli yok olma tehdidi altında olan bu mirası koruma, gelecek nesillere aktarma kaygısıdır.
- Doğa tasvirleriniz bütün öykülerinizde çok güçlü. Doğayla böyle bir ilişki kurmuş bir yazar olarak bugünkü çevre yıkımı, doğa katliamı karşısında ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki şöyle ya da böyle her insan eninde sonunda doğaya dönecektir. Bunu dinsel ya da metafizik bir vurguyla ölümü kastederek söylemiyorum. Her insan daha yaşarken doğaya dönme, ona sığınma ihtiyacı duyar. Düşünün, en büyük doğa katliamını yapanlar bile kendilerine oluşturdukları yaşam alanlarında yapay bahçeler, yapay tepeler, havuzlar, suyolları hatta ormanlar oluşturuyorlar. Herkeste, her kesimde giderek artan bir oranda doğaya dönüş özlemi var ama aynı oranda zorlaşan hayat koşulları bu özlemin gerçekleşmesini hep öteliyor. Sermayenin ya da iktidarların doymak bilmez büyüme hırsları insanları ve kendilerini yapay doğaya, parklara, bahçelere mahkum ediyor. Herkes bu gidişattan kaygılı ama kimse kendi günübirlik çıkarlarını gözden çıkaramıyor. Tabii ki ben de çok kaygılı, kızgın ve üzgünüm, özellikle iktidarın bu konuda takındığı sözde doğa, çevre dostu söyleme çok kızıyorum. Giderek artan oranda betona, santrallere, havaalanlarına yer açmak için daha fazla orman kesiliyor, yok ediliyor. Maden sahaları için çevre katliamlarına açıkça onay veriliyor, öte yandan çevre ve doğa dostu olmaktan söz ediliyor. Tabii Kürt coğrafyasında durum çok daha vahim, sözgelimi ormanların yakılması haber değeri bile taşımıyor. Her gün dağ taş operasyonlarla bombalanıyor, ormanlar yakılıyor, doğal güzellikler hatta tarihi değer taşıyan onlarca alan yok ediliyor ve işin en üzücü yanı ise bunun karşısında toplumsal tepkinin oluşmasına izin verilmiyor. Son zamanlarda yazılı ve görsel basında ironik haberler çıkıyor, “filanca ilçede su samuru görüldü, falanca ilçede vaşak görüldü” gibi ve biz de bunu seviniyoruz ya, aslında Şemdinli’de su samuru görülmesinden ya da Dersim’de vaşak görülmesinden daha doğal bir şey olamaz, zira bunlar o doğanın ayrılmaz bir parçası. Ama işte bu bombalamalar, orman yangınları ve doğa-çevre hassasiyetinden yoksun politikalar bu sonuçları doğurdu. Bu anlamda güçlü doğa tasvirleri belki de yakın gelecekte çocuklarımız için başucu eserler olacaktır. Üzgünüm ama galiba durum bu…
- Öykülerinizde Kürtlerin sözlü tarihinin, dengbejlerin müzikal anlatımının, kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa yayılan efsanelerin izleri ya da tınısı var. Çok dinleyen bir çocuk muydunuz?
Evet, çok dinliyordum ama ne yazık ki çok zengin dinleyemiyordum. Bütün dinlediklerim zaman zaman ilçe merkezinde (Yüksekova-Gewer) olan evimize gelen misafirlerin, akrabaların anlattığı masallar ve efsanelerdi bir de azda olsa babamın bize söylediği kilamlar. Mesela çocukluğumda bir dengbêj divanında bulunamamanın üzüntüsünü hep yaşamışımdır. Bu benim için korkunç bir kayıptır ve ne yazık ki çocuklarım da aynı kayıpla büyüdü. Sonrasında dinledikleriniz sizde aynı etkiyi bırakmıyor. Bu yüzden hâlâ fırsatı olanlar çocuklarını dengbêj divanlarından –en azından bir dengbêjin sohbetinden, sesinden- mahrum etmesinler diliyorum. Sonraları bazı dengbêj divanlarında bulundum ama nitelikte çok önemli tabii. Bu işin ustaları hep göçüp gittiler, divanların eski mistik havasını yakalamak da çok mümkün değil, ama yine de bu geleneği ayakta tutmaya çalışanlara büyük değer vermek, sahip çıkmak gerekir. Bu soru vesilesi ile çocukluk anılarımın en güçlü kişiliklerinden bir olan masal anlatma ustası Ramazan Koca’yı anmak isterim. Şüphesiz bugün yazıyor olabilmemin bir nedeni de onun anlattığı masallar ve efsanelerdir. Onun evimize geleceği zamanları iple çekerdik ve gece yarılarına kadar onun anlattığı masallardan çıkmış gibi duran karizmatik sesini dinler mest olurduk. Saygı ile anıyorum.
- Sizi iki dilli bir yazar olarak mı tanımlamalıyız? Türkçe ya da Kürtçe yazarken ne değişir sizde?
Evet, tam hakkını veremesem de iki dilli bir yazar olarak görülebilirim. Çoğunluğu Türkçe olsa da Kürtçe yazdığım öyküler ve derlemeler de var. “Ben diller arasında ayrımcılık yapmam” gibi klasik bir deyim kullanmak istemiyorum, zira ne kadar yuvarlasanız da insanın kendi anadilinde yazmamasının, yazamamasının ezikliği ortadan kalkmıyor. Ben de bu ezikliği çok yaşadım-yaşıyorum, hatta uzunca bir süre yazmadım, Kürtçe yazmayı denedim ama belli bir yaştan sonra bazı şeyleri aşmak zor oluyor, yazdıklarınız önce sizi tatmin etmeli; doğrusu Kürtçe yazdıklarım beni tatmin etmedi, evet anadilim ama yazmak başka bir şey, eğer o dile yeterince hakim değilseniz, yazmak gibi ciddi bir eyleme girişmek cesaret ister. Kaldı ki okuyucu da bunun hesabını size er geç sorar. Türkçe’yi daha iyi kullandığıma inanıyorum ve iktidarların, devletin Kürtçe’ye yaptığı gibi bir düşmanlıkla Türkçe’ye yaklaşmayı doğru bulmuyorum. Türkçe yazarak da bu ülkenin demokratik muhalefetine, barışına, Kürt sorununun çözümüne ve ayrıca hem Kürt kültürüne, edebiyatına hem de Türk edebiyatına katkı sunulabilir. Ama bütün bunlar bir Kürdün öncelikle Kürtçe yazması gerektiği gerçeğini değiştirmiyor.
- Kürtlerin anadilleriyle ilişkisini birkaç cümle ile ifade etseniz desem?
Bütün sorularınız arasında cevabı en zor olan soru bu. Belki intihar öncesi bir insanın ruh hali bu ilişkiyi anlatabilir. Yaşamak ona ağır gelen bir yüktür, bu yükten bezmiştir ama bu yükten kurtulursa kendi varlığı son bulacaktır. Gerçekten de bir Kürdün kendi dili ve kültürüyle yaşaması bedeller ödemesine bağlıdır ama bedel ödemekten vazgeçtiği anda kendi kimliği yani Kürtlüğü son bulacaktır.
- İlk okurlarınız kim oluyor? Kalabalık bir aileniz var. Yalnızlığı özler misiniz, sever misiniz, ihtiyaç duyar mısınız?
İlk okurlarım genellikle aile, arkadaş çevrem ve eleştirel yönü güçlü olan tanıdıklarım olur. Bazen (bulursam) alanlarında otorite olduğuna inandığım insanların önerilerini almak için yazılarımı onlarla paylaşırım. Çoğu zaman sadece okuyucu olanlarla, alanlarında otorite olan insanların yorumları taban tabana zıt olur; zira beklentileri ve kriterleri farklıdır. Otorite olan seçicidir, eleştireldir, zor beğenir, okuyucu duygusaldır ama o da kolay beğenmez. Genelde her iki kesimin onayını almak isterim ama bunu yakalayamamışsam doğrusunu isterseniz gönlüm hep okuyucudan yanadır. Özetlersem; eşim, kızım, oğlum, kardeşlerim, abim, ablam, eski öğretmenim, arkadaşlarım, bazı okuyucularım ve yazar dostlar. Evet, kalabalık bir ailem var tam olarak on kardeştik (zaman bazılarını aramızdan hep alır) şu an 8’i hâlâ hayattayız; üç çocuğum var, yeğenler, amcalar, kuzenler, klasik bir Kürt ailesi işte. Uzun zaman toplumsal faaliyetlerin içinde oldum, kalabalıklarla haşir neşir oldum ama evet yalnızlığı ararım, severim, dahası bir bütün olarak toplum yalnızlığı sever ve arar olmuş durumda. Kalabalıklar yoruyor insanı, karmaşa, toplumsal kutuplaşma ve gittikçe tahammül sınırlarını zorlayan insan ilişkileri bireyleri yalnızlığı sevmeye itiyor. Tabii bir de sosyal medyanın yarattığı yalnızlık var, bir anda onlarca kişiyle konuşurken bile aslında yalnız başınadır kişi, zira bir anda bir tuşla hepsini susturabileceğini bilir. Onlarla konuşmadığı, sadece yazıştığı için kendini rahat hisseder. Aslında konuşmak aynı zamanda gelişmek demektir. Siz sormamışsınız ama ben toplumun büyük çoğunluğu gibi çok konuşmayı da sevmiyorum, belki yazma hevesinin bir nedeni de budur ama buna rağmen konuşmanın kişisel ve toplumsal gelişim için ciddi bir ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
- İstanbul yayıncılığın merkezi. Merkez dışında yazma ve yayımlatmanın zorlukları nedir? Kitaplarınızın gördüğü ilgiyi nasıl etkiliyor bu durum?
Sanırım bizim yerel basın gibi yerel yazar, yerel yayıncı olma durumumuz var ama bundan gocunduğumuz söylenemez (en azından kendi adıma). Zira büyük yazarlar, yayınevleri bizden beslenir. İstanbul dışında olmanın yazar ve yayıncı olarak birçok dezavantajı var tabii, bir kere büyük bir okur kitlesinden mahrum kalıyorsunuz, aynı şekilde sanat ve yazım dünyasından da uzak oluyorsunuz. Yazdıklarınızın, ürettiklerinizin geri dönüşümünü, niteliğini, etkisini ölçüp tartabileceğiniz platformlardan da yeteri oranda yararlanamıyorsunuz. Bir de bütün bunlara Kürt yazar veya Kürt yayıncı olmanın da dezavantajları da eklenince doğrusunu isterseniz çok zorlanıyoruz. Kürt ve muhalif yazarlar, Kürtçe kitaplar maalesef negatif anlamda bir ayrımcılığa tabi tutuluyor. Örneğin birçok kitabevi bizlerin kitaplarını satmak, bulundurmak istemiyor, zira bir şekilde cezalandırılacağına inanıyor, bundan korkuyor. Yazdığımız, yayımladığımız kitaplar için verilen toplatma kararları, açılan davalar Demokles’in kılıcı gibi başımızda sallanıyor. Küçük bir örnek olması açısından: Benim ilk kitabım hakkında toplatma kararı verildi ve benim çalıştığım Sitav Yayınları’nın birçok üretimi de toplatıldı, para cezalarına mahkûm edildi.
- Siyasi gerginlikler sizin edebi üretiminizi nasıl etkiliyor?
Siyasi gerginlikler, dahası gerginliğe dayalı yönetim tarzı bir bütün olarak toplumun tüm üretimlerini olumsuz etkiliyor. Umutsuzluk hali giderek toplumu, bireyleri “hiçlik” sendromuna mahkum ediyor. “Ne yaparsak yapalım sonuç değişmeyecek” gibi bir algı oluşuyor ve insanlar her şeyin boşuna olduğuna inanmaya başlıyor. Zaman zaman bizler de bu psikolojinin etkisine giriyoruz ve doğal olarak beş üretebilecekken bir üretiyoruz. Siyasi gerginlikler okuyucuya da benzer bir etki yapıyor; en sadık okuyucu bile okuma önceliğini ötelemeye başlıyor. İnsanlar kitap okumayı bir angarya, tehlikeli bir eylem olarak görmeye başlıyor. İnanın bu bir iddia değil gerçektir, çok karşılaşıyoruz bu tür kaygılarla, insanlar mahcup oluyor ama gerçeği bize söylüyorlar. Tabii başta da söylediğim gibi bütün bunlar birçok yazarı etkilediği gibi beni de etkiliyor. Zaten ben çok üretken bir yazar değilim, şu an ikinci kitabımı anca yayımlayabildim…
- Edebiyatçı güncelin içinde kalıcı olanı arar. Yine de sorayım: Güncel siyaset ortamına baktığınızda umutlu musunuz?
“Güncelin içinde kalıcı olan nedir” diye sorarsanız cevap vermekte zorlanırım. Yaşam kavgası, şiir, şarkı, roman, inanç, kavga, tarih, aşk, sevgi ve nefret, aklınıza ne gelirse hem güncel hem de kalıcıdır. Dolayısıyla kalıcı olanın peşine takılırken siyasi iklimden kopuk olamıyorsunuz ve güncel siyaseti yorumlarken de toplumdan kopuk olamıyorsunuz. Toplum yukarıda kısmen değindiğim gibi umutsuz ve kaygılıdır. Toplumsal dinamiklerin giderek etkisizleştiririldiği, tek sesliliğin dayatıldığı ve kutuplaşmanın iyice derinleştirildiği bir ortamda hiçbir toplum kesimi kendini güvende hissetmiyor. Muhafazakâr kesim an itibarı ile iktidarmış gibi görünse de, onlar da huzursuz, zira dengeler çok hızlı değişebiliyor. Üstelik güncel siyaset sadece iç siyasetten ibaret değil; bölge dengeleri, dünya siyaseti de Ortadoğu denklemi üzerine yoğunlaşmışken, acaba daha mı çok kaygılanmamız gerekiyor? Evet daha çok kaygılanmalıyız. Tabii her zaman topun ağzında olan kesim olarak Kürtler için güncel siyaset çok daha önemli bir yer tutuyor, bu eksenden bakıldığında adeta tecrit edilme durumu var. Kürtler bilinçli bir politika gereği ısrarla denklem dışı bırakılmaya, yok sayılmaya çalışıyor. Bunun en açık örneği HDP’nin kazandığı belediyelere istikrarlı bir politikayla sürekli kayyum atanmasıdır. Bundan daha vahim olan ise, hukuki gerekçelerden yoksun bu atamaların iktidarın doğal bir hakkıymış gibi yansıtılmasıdır. Sınırları aşan Kürt karşıtı bir konseptin varlığı sır değil, hakeza HDP’yi siyasi kulvarın dışına atmanın yolları aranıyor. Bütün bunlar kötü bir tablo gibi karşımızda dururken elbette umutlu olmak zor, ama zoru başarmak gerek. Her şeye rağmen umutlu olmak gerek, umutla kalın…
- Edebiyat ve barışın ilişkisini nasıl kurarsınız?
Edebiyat ya da daha geniş anlamıyla sanat her koşulda kendini yaratır. Savaşta, kıtlıkta, felakette, barışta ya da refahta! Ama yanılmıyorsam dünya edebiyatının en köklü eserleri savaş ya da buhran günlerini anlatan eserlerdir; zira bu dönemlerin acılarını kuşaklar boyu insanlığın hafızasında canlı tutmaya, insanlığın bu felaketlerden dersler çıkarmasına vesile olurlar. Edebiyatın kendisi aslında bir yanıyla hep muhaliftir, yanlışa, kötüye karşı muhalefet. İnsanlığın başındaki en büyük ve eski kötülük ‘savaş’ olduğuna göre edebiyat doğalında savaşa karşı barışın yanında durmalıdır. Benim kalemim ve gönlüm de barıştan yanadır tabii ki. Bu topraklar ilk medeniyetlere ev sahipliği yaptığı günden bu yana hep savaşların gölgesinde kaldı, bu anlamıyla barış talebimiz çok güçlüdür. Aslında Kürtler edebiyatçısı, siyasetçisi, sıradan vatandaşı bir bütün olarak ‘barış’ fikriyle barışıktır. Hatta bazen bu aşırı barışıklık hali eleştirilere, hatta hicve bile malzeme oluyor ama her şeye rağmen bu toprakların en acil ihtiyacı onurlu bir barıştır…