‘Bu ülkedeki işkencecilerin yargılanmaları için ses çıkarmazsak, işkencede tecavüze uğrayan, fiziki sakatlık olmasa bile bir ömür sürecek karabasanlara mahkûm edilen insanları yüzüstü bırakmış sayılmaz mıyız?’
“ Barış konulu bir toplantı sonrası, içlerinde yeni tanıştığım insanların da olduğu bir grup oturmuş yemek yiyoruz. Konuklardan biri, ‘işkencecisiyle yemek yiyen, onunla barışan’ birini tanıdığını anlatıyor. Bu örnekten yola çıkarak işkencecilerin affedilebileceğini söylüyor. Doğal olarak tüylerim diken diken oluyor. Gömmeye çalıştığım anılar, işkence tezgâhları ve işkenceciler geliyor gözümün önüne. Tiksinti ve öfke arası duygular iştahımı kesiyor. Kendimi ifade etmeye çalışıyor ve işkencecisini affetmeye hazır olduğunu söyleyen adamı uyarıyorum: ‘Öfke ve kin duyguları insana aittir. Ve unutmayı, unutturmayı engeller. Öfkesini yitiren muhalif de olamaz. Ben ‘geliştim, evrimleştim, uygarlaştım’ diye işkencecileri yargılamadan affetmeyi savunmak, evrensel değerlerden – etikten uzaklaşmak yani insani özellikleri yitirmek demektir. İşkenceyi meslek edinmiş, işkence yaptığı insanları -eğer sağ kalsalar bile- ömür boyu travmayla yaşamak zorunda bırakan insanlık düşmanları affedilir mi?” Yukarıdaki satırlar 15 yıl önce yazdığım “Paşa hoca ve kavramlar” adlı makalemden alıntıdır. Makalenin konusu 12 Eylül işkencecileriydi.
Nasıl davranmalıyız?
Tabii benim görüşüm işkencecilere duyduğumuz kin, nefret ve öfke; işkencecinin seviyesine inmeyi getirmemeli yönündedir. Onları yargılamalı, teşhir etmeli, hapse atmalıyız. Ama işkence ve/veya ölüm cezası bizim savunacağımız cezalandırma yöntemleri olamaz. Olmamalı.
İşte bugün yazımın konusu AKP iktidarının, özellikle OHAL’in ilanından sonra yaygınlaştırdığı işkence uygulamaları ve buna karşı tavrın ne olması gerektiği hakkında yüksek sesle (herkese açık) düşünmek olacak. Tartışmasız hem fikir olduğumuz konu: İşkencecilerin ceza almaları için her zaman ve koşulda mücadele etmek gerekiyor. Peki nasıl? Yazarak, çizerek, yürüyerek, giderek azalan, rafa kaldırılan demokratik kanalları zorlayarak.
‘İnatçı mücadele gerekir’
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı konuyla ilgili açıklamasında “KHK’ler terörle mücadele sırasında, kamu görevlilerine dair cezasızlık uygulanacağı bir yasal düzenleme ile meşru hale getirilmiştir. İşkence devletin organları tarafından açıkça gözler önüne seriliyor. Böylece topluma korku salınıyor. İnsanlar kendilerini tehdit altında hissediyor. Bu yapılanların hiçbiri soruşturma konusu haline getirilmiyor cezalandırılma sürecinden geçmiyor. Bunda en sorumlu ve etkinliği olanlar savcılardır.” diye yaşananları özetliyor. Ve ekliyor buna karşı ‘İnatçı mücadele gerekir’.
Bu inatçı mücadeleyi yürütenlerden biri de sanat ve siyaset insanı Mahmut Karabulut. İki yıldır işkencecilerini kovalıyor. Ben Karabulut’un hakhukuk-adalet mücadelesine 15 yıldır bizzat tanık olduğum ve davası güncel olduğu için sembol seçtim. Yoksa onun gibi işkencecileri-tecavüzcüleri kovalayan başka insanlar da var. Örneğin adalete güvenmeseler bile konuşma ve tecavüzcüleri teşhir etme cesareti gösteren Muhabbet Kurt ve Arzu Torun, 19 Aralık Katliamı, Ölüm Orucu ve gördükleri cinsel işkence konularını “İçimizdeki Bahar” adlı kitapta anlatmışlardı: “(…)Tecavüz işkencesi, çırpındığın ya da buza kestiğin andır. Bu işkenceyi izlemeye zorlandığın çığlık bile atamadığın, gözlerini kapatamadığın o andır işte. Bedensel bir acı, bedensel bir kirlenmişlik duygusu değil bu. Ruhunun, onların izleriyle yara almasıdır” diye anlatıyor Muhabbet. Arzu Torun ise beynimize ördüğümüz duvarların cinsel taciz ve tecavüze başka anlamlar yüklememize neden olduğunu söylüyor ve öğretilmiş kadınlık ve erkekliği sorguluyor şu sözlerle: “Çünkü esas sorun, kafalarımızın içindeki duvarlardır. O kirli duvarları bir bir yıktığımız oranda, yabancı nesnelerin izi silinir. İyileştirici ilaç, gerici değer yargılarıyla hesaplaşmaktır.” Şimdi bu insanlara “işkencecini, tecavüzcünü ve/veya sevdiğinin katilini affet” diyebilir miyiz? En son onlarca insanın katlinden sorumlu tutulan, JİTEM davası sanıklarının ceza almadan beraat etmesini hangi namuslu insan savunabilir?
İşkencecilerini ısrarla kovalayan adam
Mahmut Karabulut siyaset insanı olarak bilinir ama sanatçı kimliği de var. Örneğin benim yazdığım “Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler” adlı oyunda da Musa Anter’i oynamıştı. Mersin 68’liler Derneği’nde de uzun yıllar yöneticilik yaptı. 2016 yılında HDP’li yöneticilere yönelik cadı avında tutuklandı. Mersin Cezaevi’nde işkenceye maruz kaldı. Kaldığı 4 kişilik koğuş (hücre) 50’ye yakın gardiyan, cezaevi müdürü ve iki yardımcısı tarafından basıldı. Koğuşta başlayan işkence merdiven altında da sürdü. Sedat Kalaba adlı tutuklu bayıldı. Onu ve Hıdır Kılıçtepe’yi ayırdılar. Selim Ekici ve Mahmut Karabulut’a kameraların görmediği merdiven altında işkence devam etti. Kan revan içinde kalan tutuklular doktora çıkarılmadılar. 8 Gün sonra yaraları iyileşmeden Ermenek cezaevine sürgün edildiler. Orada da girişte çıplak aramada işkence izleri tespit edildi. Ermenek Cezaevi yetkilileri işkence suçu üstlerine kalmasın diye Mahmut Karabulut’u doktora çıkardılar. İşkence raporla fotoğraflarla belgelendi. Şikâyet dilekçesi dikkate alındı.
İşkencecisini sesinden tanımak
1986 yılında Zeki Öktem’in yönetmeliğini yaptığı, Tarık Akan, Nur Sürer, Kamran Usluer, Güler Ökten, Orhan Çağman, Yavuzer Çetinkaya’nın oynadığı SES adlı filmde de bu konu işleniyordu. Gözleri bağlı işkence gören kahramanımız yıllar sonra tahliye olur ve günün birinde işkencecisini sesinden tanır. Onu kaçırır. İntikam almak ister. Ariel Dorfman’ın yazdığı “Genç kız ve ölüm” adlı tiyatro oyununda da tema aynıydı. Oyun sinemaya da uyarlandı. “Uzun bir diktatörlük döneminden sonra demokratik bir yönetime kavuşmuş bir ülkede, eski dönemde politik görüşleri nedeniyle işkenceye ve tecavüze uğramış bir kadının, yeni dönemde, kendisine işkence yapanla karşılaştığında ondan öç alıp almama kararıyla yaşadığı ikilemi, gerilimli bir atmosferde sahneye taşıyor. Ölüm ve Kız, insanlık suçu işleyen işkencecilerin, öç alma duygusu ile ölümle cezalandırılmasının doğru olup olmayacağını tartışan politik bir film.”
Bıkmak, usanmak yok
Karabulut 2016 sonunda tahliye edildi. Normal koşullarda bu karanlık günlerde canını kurtarması ve tahliye olması şans sayılan Karabulut’a muhakkak “kurtuldun, bırak uğraşma bunlardan, Allahtan bulsunlar, zaten sonuç çıkmıyor, hedef olma…” diyenler olmuştur. Ama o yılmadı. Avukat tuttu. Mahkemelere girdi. Savcılık takipsizlik kararı verdi. O bir üst mahkemeye başvurdu. Üst mahkeme dosyayı kabul etti. 10 Aralık 2019’da yeniden mahkemesi vardı. “Belki ceza almazlar, zaman aşımı olur falan ama rahatsız olsunlar” diyerek adliyeye doğru yola çıktı. Mahkeme tanıkların dinlenmesinden sonra haziran ayına ertelendi. Mahkeme sonrası görüştüğüm Karabulut, “Bıktırmaya çalışıyorlar ama bıkmak yok, kovalamaya devam” dedi.
Şebnem Korur Fincancı bu durumu şöyle özetliyor: “İşkence soruşturmalarına baktığımızda geçen yıl 40 civarında görünüyordu. Fakat ‘Polise mukavemet’ nedeniyle açılan soruşturmalara baktığımızda bunun arttığını görüyoruz. Çünkü bu davalar işkenceyi engellemeye dönük soruşturmalardır. Bunun 20 bin civarında olduğunu görüyoruz. Aslında 20 binin üzerinde işkence soruşturmasının açılması gerekiyor”
Son söz:
Bize düşen görev işkence görenlerin takipçi olmalarını teşvik etmek ve onlara mahkemelerde yanlarında durarak destek olmaktır. Bu ülkedeki işkencecilerin yargılanmaları için ses çıkarmazsak, işkencede tecavüze uğrayan, sakat kalan, fiziki sakatlık olmasa bile bir ömür sürecek karabasanlara mahkûm edilen insanları yüzüstü bırakmış sayılmaz mıyız? İşkencede öldürülen insanların kemikleri sızlamaz mı, o toplum lekeli kalmış sayılmaz mı?
“İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek” sloganı nasıl hayatta karşılığını bulacak? Bu sorularla her daim yüzleşmeli.