Majestelerinin başbakanı yine Boris Johnson. İşçi Partisi’nin muhalefette kaydettiği yükseliş sandığa yansımadı. Seçimleri açık ara kazanan Muhafazakar Parti, Britanya’yı tek başına yönetebilecek çoğunluğu sağladı.
İngiltere, 2015 referandumundan bu yana AB’den çıkış (Brexit) konusunda önemli zorluklar yaşıyordu: Karşılıklı ticaret anlaşması hükümleri üzerinde anlaşmazlıklar, AB içinde kalan İrlanda Cumhuriyeti ile Birleşik Krallık yönetiminde olan Kuzey İrlanda arasında oluşması zorunlu gümrük duvarı. Parlamentoda 2017 seçimleri ile oldukça güçlenen muhalefet karşısında bir türlü adım atmayı başaramayan Muhafazakar Parti hükümeti istifa edince, geçtiğimiz Temmuz ayında Johnson başbakan olarak yeni kabineyi kurmuş, kısa sürede yine Brexit konusunda yeniden tıkanan siyasal süreci açmak üzere 12 Aralık’ta erken seçim kararı alınmıştı.
Adeta ikinci bir referandum anlamı da taşıyan bu seçim sonuçları ile Ada halkı, Brexit konusunda kararlılığını göstermiş oldu. İşçi Partisi’nin Brexit meselesini paranteze alarak sosyal demokrat dönüşüme ağırlık veren programı belli ki yeterince ikna edici olmadı. Buna karşılık Boris Johnson öncülüğünde merkez sağ ile aşırı sağı birleştiren göçmen ve yabancı düşmanlığı üzerine kurulu AB karşıtı popülist söylem toplumda karşılık bulmuş görünüyor. Böylelikle İngiltere’nin yakın zamanda AB’den çıkması artık kesinleşmiş bulunuyor.
Aslında AB karşıtlığı, Avrupa coğrafyasının özellikle güney ve doğu bölgelerinde yaygın bir eğilim. Merkezde yer alan Almanya ve Fransa gibi güçlü ülkelerin ekonomik kemer sıkma dayatmaları ve siyasal birleşme yolunda adımlar bir süredir büyük tepki topluyor. Ama dipteki itici güç, Polonya’dan İskandinav ülkelerine, İtalya’dan Almanya’ya bütün Avrupa coğrafyasında yükseliş halindeki mülteci karşıtı popüler tepki. Asya, Afrika ve Orta Doğu’dan Avrupa’ya göç dalgası, özellikle Suriye İç Savaşı’nın başlangıcından bu yana büyük artış gösterdi. Sağ popülist söylem de buna paralel olarak büyüme kaydetti. Brüksel’deki ‘Avrokratlar’ tarafından yönetilmek yerine ulusal çıkarlar temelinde ulus-devletlerin ve ulusal sınırların yeniden tesisi, sağ popülist programın önemli bir vaadi.
AB karşıtı söylem, Avrupa dışında Rusya, Türkiye ve Hindistan gibi birçok ülkede yine sağ popülist siyasal eğilimler tarafından bayraktarlığı yapılan anti-küreselci eğilimle de aslında örtüşüyor. Geçmiş yüzyılın sosyalist tonları ağır basan anti-emperyalist söylemini anıştıran bu yeni milliyetçilik salgını içinde sık sık küreselciliğin merkezi olarak ABD’nin anıldığını görebiliriz. İronik olan o ki anti-küreselci söylemin öncülüğü Donald Trump’ın ABD başkanı oluşundan beri bizzat Amerikan yönetimine geçmiş bulunuyor. Çin ile ticaret savaşı, Birleşmiş Milletler ve NATO başta olmak üzere uluslararası kuruluşlara harcamaların kısıtlanması, gümrüklendirme ve ulusal sanayi hamlesi ve göçmen akınına karşı Meksika sınırına duvar inşası. Bu hamleler, dünya genelinde sağ popülistlerin ilham kaynağı. Trump’ın deyişiyle, “gelecek küreselcilerin değil, vatanperverlerin ellerinde.”
Dünyada yükseliş trendi gösteren sağ popülist milliyetçilik, anti-küreselcilikten ibaret değil. Aynı zamanda müesses nizam karşıtlığı retoriği eşliğinde demokratik değerlere ve anayasal kurumlara cepheden bir saldırı da içeriyor. Trump’tan Putin’e ve ‘dünya lideri’ Erdoğan’a, Macaristan’da Viktor Orban’dan Italya’da Salvini’ye, Hindistan’da Narendra Modi’den Brezilya’da Jair Bolsanaro’ya kadar yayılan sağ popülist reisler silsilesi, demokrasiyi gayrimeşru kılarak tanınmaz hale getirinceye kadar deforme etme yönünde de ortak bir çaba içinde.
‘Kapitalizmin Beşiği’nin bu silsileye eklemlenmesi, küresel sağ popülist dalga içinde önemli bir kilometre taşı oluşturuyor. Boris Johnson’ın seçim galibiyeti, küresel ölçekte demokrasi karşıtlığını giderek norm haline getiren ulusal kapanma eğilimlerine büyük siyasal moral sağlıyor; adeta zamanın ruhunu tescilliyor.
“İlginç zamanlarda yaşayasın” ünlü bir Çin bedduasıdır. Ne yazık ki ilginç zamanlarda yaşıyoruz.