Walter Benjamin’in ölümünden sonra yayınlanan en keskin fragmanlarından biridir.
Sosyalizmin din gibi bir şey olduğundan birçok kez bahsedilmişti. Örneğin Carl Schmitt, “Sosyalizmin 19. ve 20. yüzyıl insanları için yeni bir dini canlandırma iddiasında olduğunu ve bunun da iki bin yıl öncesinin Hıristiyanlığıyla aynı anlama geldiğini” yazıyor.[1] Benjamin’e göre, kapitalizm sadece Weber’deki gibi Protestan inancının sekülerleşmesini temsil etmiyor, asıl kendisi Hıristiyanlıktan türemiş asalak bir dinsel fenomen. Ve modernliğin dini olarak üç nitelikle tanımlanıyor:
1. Kült tarzında bir din. Belki de şimdiye kadar var olanların en aşırısı ve mutlağı. İçindeki her şey kültün yerine getirilmesiyle ilgili; bir dogma veya düşünceyle ilgili değil. 2) Bu kült sabit; Benjamin’in sözleriyle, “bir kültün ‘ara vermeden ve merhamet etmeden’[2] kutsanması”.[3] Oruç günleri ile çalışma günlerini ayırt etmek mümkün değil. Tek bir gün var, o da çalışmanın kültün kutsanmasıyla kesiştiği ve oruçla çalışmanın birleştiği, ara vermeden süren gün. 3) Kapitalist kült günahın/suçun kefaretini değil, doğrudan suçu hedefliyor. “Muhtemelen kapitalizm, kefaret değil de suç yaratan bir kültün ilk örneği… Kültü, affedilmesi mümkün olmayan devasa bir suç hissi kuşatıyor; suçun kefaretini ödemek için değil de onu evrenselleştirmek için… Öyle ki sonunda Tanrı da suçun bütün yükünü üstleniyor… Tanrı ölmüş değil; insanlığın kaderiyle kaynaşmış”. [4]
Modernliğin peygamberleri
Tam da, bütün gücüyle kefarete değil de suça, umuda değil de çaresizliğe yöneldiği için, kapitalizm dünyanın dönüşümünü değil yıkımını amaçlayan bir din. Ve bu dinin zamanımızdaki egemenliği o kadar eksiksiz ki, Benjamin’e göre modernliğin üç büyük peygamberi bile (Nietzsche, Marx, Freud) onunla işbirliği içinde ve her nasılsa çaresizlik diniyle dayanışıyorlar. “Nietzsche’nin tanımladığı ethos, ‘insan’ gezegeninin, yörüngesinin mutlak yalnızlığı içinde, çaresizlik evinden geçişidir. Bu insan üst-insandır, kapitalizm dinini ilk kabul eden ve ifa eden odur.” Marx’ta ise, “suçun türevleri olan basit ve bileşik faiz aracılığıyla kapitalizm, ânında sosyalizme dönüşür.”[5]
Şimdi Benjamin’in hipotezini ciddiye alarak onu geliştirmeye çalışalım. Eğer kapitalizm bir din ise, onu iman çerçevesinde nasıl tanımlayabiliriz? Kapitalizm neye inanır?
Dinler biliminin (evet böyle tuhaf isme sahip bir disiplin mevcut) büyük âlimi David Flusser, İsa ile havarilerinin “iman” karşılığı kullandıkları Yunanca pistis terimi üzerine çalışmaktaydı. Bir gün kendini şans eseri Atina’da bir meydanda buldu ve bir noktada, gözlerini yukarı kaldırdığında, önündeki bir levhada şu yazıyı gördü: Trapeza tes pisteos. Bu tesadüf karşısında hayrete kapılmış bir halde yazıya daha yakından baktı ve birkaç saniye sonra basbayağı bir bankanın önünde olduğunu anladı: trapeza tes pisteos Yunancada “kredi bankası” demekti. Aylardır çözmeye çalıştığı pistis kelimesinin anlamı karşısındaydı: pistis, “iman”, Tanrı’ya inandığımızda (veya ona kredi verdiğimizde/güvendiğimizde) bizim Tanrı’ya tanıdığımız kredi/güven, Tanrı kelamının da bize verdiği kredi/güvendir. İşte bu nedenledir ki Pavlus, meşhur tanımında “iman, ümit edilen şeylerin dayanağıdır” diyebilmiştir. [6] Creditum, Latince credere fiilinden gelir: birini korumamız altına alarak veya birine borç vererek, kendimizi başkasının korumasına emanet ederek veya başkasından borç alarak kurduğumuz itibari ilişkide inandığımız, güven duyduğumuz şey.
Eğer bu doğruysa, Benjamin’in Hıristiyanlık ile kapitalizm arasındaki yakın ilişkiye dair hipotezi bir daha doğrulanmış oluyor: kapitalizm tamamıyla iman üzerine kurulmuş bir din; müritlerinin yalnızca inanarak yaşadığı bir din. Ve Benjamin’e göre kapitalizmin, her türlü amaç ve suçtan, günahtan, dolayısıyla da mümkün her türlü kefaretten kurtulmuş bir din olması gibi, iman yönünden de kapitalizmin bir amacı yoktur: saf olarak inanmaya inanır, saf olarak krediye, yani paraya inanır. O halde kapitalizm, Tanrı’nın yerini inancın (kredinin) aldığı bir dindir. Başka deyişle, kredinin saf hali para olduğuna göre, Tanrı’sı para olan bir dindir.
Bu da, bir kredi üretme ve yönetme makinesinden başka bir şey olmayan bankanın kilisenin yerini almış olması demektir. Banka krediye hükmederek, zamanımızda hâlâ süregelen inancı (kıt ve güvensiz güveni) yönetir ve işletir.
Dini kredi olan bir toplum
Sadece inanmaya inanan, dini kredi olan bir toplum, borçla yaşamaya mahkûmdur. Robert Kurz, hâlâ ödeme gücüne dayalı olan ve krediye güven duyulmayan 19. yüzyıl kapitalizminin nasıl çağdaş finans kapitalizmine dönüştüğünü açıklamıştır. “19. yüzyılda kişisel sahipliğe ve aile bağlarına dayalı özel sermaye için, ekonomik güvenilirlik ve ödeme gücüne bağlı ilkeler hâlâ geçerliydi; dolayısıyla giderek artan kredi başvuruları neredeyse ayıp sayılıyordu, sonun başlangıcı sayılıyordu… Doğal olarak, oluşmakta olan sistem için faiz getiren sermaye vazgeçilmez durumdaydı, ama genel olarak kapitalist yeniden üretim açısından henüz belirleyici değildi. ‘Fiktif’ sermaye işleri, doğru dürüst sermayenin marjlarında bulunan dolandırıcı ve ahlaksız çevrelere mahsus sayılıyordu. Hatta, Henry Ford bile, uzun zaman banka kredisi kullanmayarak, yatırımlarını sadece kendi sermayesiyle karşılamak istemişti.”[7]
20. yüzyıl boyunca bu patriyarkal anlayış tamamıyla çözüldü. Bugün sermaye, giderek artan oranlarda banka sisteminden borç alınan parasal sermayeye yöneliyor. Bu ise özünde, sermayedarların üretmeye devam etmek için, ilerki üretimlerini ve emeği gittikçe büyüyen miktarlarda önceden rehine koyması demek. Üretken sermaye fiktif olarak kendi geleceğinden besleniyor. Kapitalist din, Benjamin’in tezinde olduğu gibi, hiçbir zaman ödenemeyecek ve aslında ödenmemesi gereken sürekli bir borç içinde var oluyor.
Richard Nixon başkanlığındaki Amerikan hükümetinin, 1971 yılında, doların altına konvertibilitesini askıya aldığını açıklamasından dört yıl önce, Guy Debord Gösteri Toplumu kitabını yayınladı. Kitabın temel tezi, son aşamasında kapitalizmin, doğrudan kullanılan veya yaşanan her şeyin bir temsil içinde yabancılaştığı muazzam bir imgeler birikimi olarak kendini gösteriyor olmasıydı. Metalaşmanın doruğuna ulaştığı noktada, sadece her kullanım değeri ortadan kalkmıyor, aynı zamanda paranın doğası da değişiyordu. Artık para, hâlâ bir nebze kullanım değerine sahip olan “bütün metaların soyut eşdeğeri” değildi: “gösteri, insanın sadece bakabileceği türden paradır; çünkü gösteride kullanım değeri, tamamıyla soyut temsiliyetle değiş tokuş edilmiştir.”[8] Debord söylemese de, bu tür bir para, açıkça, altın gibi bir madende elle tutulur bir karşılığı olamayacak mutlak bir meta oluşturur. Bu anlamda Debord’un “gösteri toplumu”, Amerikan hükümetinin dört yıl sonra aldığı kararla gerçekleştirdiği şeyin kehanetidir.
Gösteri toplumunda meta
Debord’a göre, paranın doğasındaki bu gelişmeye dildeki bir dönüşüm karşılık gelir: Artık iletilecek bir şeyin kalmadığı durumda dil, “iletilemez olanın iletişimi” gibi görünür.[9] Saf meta olarak paraya, dünyayla ilintinin kesildiği bir dil karşılık gelir. “Medya” ve reklam olarak aralarında ayrılan dil ve kültür, milli hasılanın gittikçe daha büyük bölümünü güvence altına almaya başlayan, “gösteri toplumunun başlıca metaları haline gelir”.[10] İnsanların dile ve iletişime bağlı doğalarına, gösteri tarafından el konur: iletişime engel olan, iletişimin, kendisinden başka iletilecek bir şeyin olmadığı başka bir alanda mutlaklaşmasıdır. Gösteri toplumunda insanlar, onları ne birleştirmesi gerekiyorsa, onun tarafından birbirlerinden koparılır.
Goethe’nin de verba valent sicut nummi (kelimeler para kadar değerlidir) özdeyişinde belirttiği gibi, dil ile para arasında bir benzerlik olduğu ortadadır. Ancak bu özdeyişteki ilişkiyi ciddiye alırsak, bunun bir benzerliğin ötesine geçtiğini de görürüz. Nasıl para her şeyi metaya çevirerek ifade ediyorsa, her şeyi ticarileştiriyorsa, dil de her şeyi sözü edilebilir, iletilebilir kılarak ifade eder. Nasıl, yüzyıllarca paranın bütün metaların değerinin evrensel ölçüsü olarak işlevini geliştirmesini sağlayan onun altınla ilişkisi olduysa, dilin iletişim yetisini güvence altına alan da, işaret etme gücü, işaret ettiği şeye olan etkin referansıdır. Dili kullanırken her konuşmacının zihninde olan, şeylerle aradaki gösteren ilişkisi, paranın altın türünden değerine karşılık gelir. Altına referansı nasıl paranın her şeyin eşdeğeri olmasını güvence altına alıyorsa, anlam da –gerçekliğe referans– dilin iletişim işlevini güvence altına alır. Ve nasıl “altın değişim standardı” altın ile paranın ilişkisini denetliyorsa, mantık da dil ile dünya arasındaki ilişkiyi denetler.
Finans kapitalin ve gösteri toplumunun eleştirel analizi, bir yandan parayı altından koparan, diğer yandan dil ile dünya arasındaki ilişkiyi parçalayan, yukarda bahsedilen güvencenin iptaline yöneliktir. Mübadeleyi mümkün kılan mecra, bizzat mübadeleye giren şeyin kendisi olamaz: bütün metaların ölçüsü olan paranın kendisi bir meta olamaz. Aynı şekilde, şeylerin iletilmesini sağlayan dilin kendisi de bir şey, aynı anda hem kendine mal etmenin hem de mübadelenin nesnesi olamaz: İletişim araçlarının kendisi iletilemez. Şeylerden koptuğunda dil hiçbir şey iletmez ve böylece dünya üzerindeki geçici zaferini kutlar; altından koparılan para da mutlak bir ölçü olarak hiçbir şey olmadığını ama mutlak bir meta olduğunu sergiler. Artık her şeyin hiçliğini gösteren dil, en üstün gösteri değeri olmuştur; para ise en üstün meta olmuştur, çünkü son tahlilde bütün metaların hükümsüzlüğünü gösterir.
*Giorgio Agamben’in “Capitalism as Religion” başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir (Agamben, Creation and Anarchy: The Work of Art and the Religion of Capitalism içinde, çev. Adam Kotsko [Stanford University Press, 2019]. İngilizce çeviri Agamben tarafından gözden geçirilmiş). Aynı kitaptan başka bölümler için bkz. Eylemin Esere Dönüşmesi ve Eserin Yok Oluşu.
[1] Carl Schmitt, Donoso Cortés in gesampteuropaischer Interpreation: Vier Aufsatze (Küln: Grevn, 1950) s. 95.
[2] sans trêve et sans merci: Ortaçağ şövalyelerinin “kâfirlerle” savaşta uymaları salık verilen, “ne barışla ne merhametle” olarak çevrilebilecek ilke. Benjamin’in kendi metninde bu tabir sans rêve et sans merci, “ne rüyayla ne merhametle” olarak yazılmışsa da bunun bir yazım hatası olduğu kabul ediliyor – ç.n.
[3] Walter Benjamin, “Capitalism as Religioné, Selected Writings, 1913-1926 içinde (Cambridge: Harvard University Press, 1996) s. 288.
[4] A.g.e., s. 288, 289.
[5] A.g.e., s. 289.
[6] “Hebrews”, 11:1. Türkçesi: İbraniler, 11:1. Kitabı Mukaddes sitesindeki tam çevirisi şöyle: “İman, umut edilenlere güvenmek, görünmeyen şeylerin varlığından emin olmaktır.” https://incil.info/arama/Hebrews%2011
[7] Robert Kurz, La fine della politica e l’apoteosi del dinaro (Roma: Manifestolibri, 1997) s. 76, 77.
[8] Guy Debord, Society of Spectacle (Detroit: Black and Red, 1997) s. 49.
[9] A.g.e., s. 192.
[10] A.g.e., s. 193.
Çeviri: Ali Artun / Kaynak: e-skop