68 Devrimci hareketinin önemli isimlerinden Teslim Töre 24 Kasım’da hayatını kaybetti. Bu sebeple bugünkü yazımızda Teslim Töre ile 2003 yılında yapılmış söyleşimize yer verdik
Geçen hafta Türkiye halkları Türkiye sosyalist hareketinin çok kıymetli bir ismiyle vedalaştı. Ülkesinden uzakta, sürgünde ölen Teslim Töre, İsviçre’deki iki günlük taziyenin ardından İstanbul’da yoldaşı Sinan Cemgil’in yanında toprağa verildi. 2003 yılında Teslim Töre ile yaptığım bu samimi ve derinlikli söyleşiyi bir kez de Yeni Yaşam okurlarına okutmak istedim. Anısına saygıyla.
Teslim Töre ve THKO (“te-aş-ko” okunur); ikisi de çok acayip tınılardır. 70’li yıllarda aklı kemale ermiş çocuklar radyoda okunan sıkıyönetim bildirilerinde bu tınılar duyulduğunda, bu isimler geçtiğinde başka türlü hissederlerdi. Teslim Töre ismi salt linguistik nedenlerle, hele bir de THKO ile bitişince haddinden fazla mücadele, kavga çağrışımı yapardı. Bıyıkları terlememiş ortaokul öğrencileri olarak bu ismi sonraki yıllarda daha rahat kullanmak üzere ezberimize almıştık çoktan. Sonra 70’ler bitti, 80’ler geçti, 90’lar geldi. Efsane sürüyordu. Teslim Töre firarda, Ortadoğu’daydı. Teslim Töre kaçak olarak Türkiye’ye girmiş, dağlardaydı. Örgüt kurmuştu, parti kurmuştu. Yeraltındaydı. Polisteydi, mahkemedeydi. 19 Aralık 2000’de cezaevleri ateşe verildiğinde Bayrampaşa Cezaevi’ndeydi. “İlk kez o gün ölümden korkmuştum. Ama kendiminkinden değil, benimle beraber cezaevinde olan oğlumun benden önce ölmesinden. Koğuşa ateş açılmaya başlandığında kucağıma yatmıştı oğlum” diye anlatıyor. Onunla Taksim’de buluştuğumuzda The Marmara Cafe’ye girmek istemedi. “Şimdi orada görülmem hoş olmaz. Arkadaşlar eleştirirler” dedi. Evet, 60’larında çekingen bir koca adam. Bir devrimci. Ve bir baba: 13 yaşındaki kızını geçmişte denize döktüğü 6. Filo askerlerinin ülkesine, onlarca yıl mücadele ettiği ABD’ye okumaya gönderen.
Korkusuz musunuzdur?
Hayır, herkes gibi ben de korkarım. Mesela 19 Aralık cezaevi operasyonlarında hayatımda ilk kez ölümden çok fena korktum. Saat sabaha karşı beşte koğuşumuza ateş etmeye başladılar. Bizim koğuşta öyle bir eylem, bir mücadele yoktu. Karşılık veren de yoktu. Gaz bombası da atıyorlardı. Yan koğuş yanıyordu. Artık arkadaşlarla kucaklaşıyor, vedalaşıyorduk. Baktım, oğlum Şükrü gelmiş, kucağıma yatmış. İlk kez o zaman ölümden korktum. “Keşke bundan önce ölsem, bunun ölümünü görmesem” dedim.
Sonra cezaevi arabasıyla bir başka cezaevine nakledilirken siz görmeseniz de dışarıda bir hayat sürüyordu. Siz bu deneyimden geçerken dışarıda gündelik hayatlarını sürdürenleri suçluyor muydunuz içinizden?
Hayır. Böyle bir durumda kendimizde hata bulurum. Çünkü biz toplumla kaynaşamadık. Biraz da şartların etkisiyle böyle oldu. Ne olursa olsun kimseyi suçlayacak durumda değilim.
Neydi sizi ilk harekete geçiren? Bir aile babası, parası pulu olan bir adam niye silahlı devrimci mücadeleye girişir günün birinde?
Ulusal kurtuluş mücadelesinden kalma bir kültürün etkisi altındaydık biz. Ülkesinin egemeni olmak, ülkesinde bağımsız yaşamak; bunlar önemliydi bizim için. Atatürk’ün “Nutuk”unu ezbere bilirdik biz. O zaman Atatürkçülük bir izm değildi daha, Kemalizm değildi. Bir kültürdü, bir ahlaktı. Bizi o zamanlar sola Atatürkçülük, onun bağımsızlık mücadelesi örneği yöneltirdi. O yıllarda Malatya’da tepemize bir radar üssü inşa edilmişti. Bir NATO havaalanı yapılmıştı. Bu benim katlanabileceğim bir şey değildi. Amerikalı askerlerin evimizin önünden geçmesi. Bu benim Cumhuriyet anlayışımla çelişiyordu.
Peki, sosyalist mücadele için feda ettiğiniz en değerli şey nedir?
Bilemiyorum, pişmanlık duymadım ben. Ben zaten bu mücadeleye, yasadışı mücadeleye girerken aileme, çocuklarıma söyledim bunu. “Ben artık sizden ayrılıyorum” dedim.
Ne dediler?
Ağladılar, üzüldüler, “Bizi, çocuklarını bırakma” dediler. Sekiz çocuğum olmuştu. (Biri daha sonra ev baskınında ölüyor.) Az şey bırakmadım yani.
Aşktan da değerli midir sosyalist mücadele?
Bilmiyorum. Ben aşık olmadım galiba. Eşlerim bana “Sana aşığız” diyorlardı. (Üç kez evleniyor Teslim Töre, ikisi resmi olarak, biri ise kendi deyimiyle “devrimci birliktelik”.) Ben de onları seviyordum. Acaba aşk mıydı bu, bilmiyorum ki. Aşkın çok tanımını okudum. Marx, Engels dünyaca tanınmış aydınlar. Herkes ayrı bir tanım yapıyor. Belli ki birileri aşık olmuş, sonra da bir tanım getirmiş. Benimki hiçbirine uymadığına göre ben aşık olmamışım.
Hayatınızdan memnun musunuz?
Hiç başka türlü bir hayat tasarlamadınız mı kendiniz için? Aslında geçimim çok iyiydi. Arabası olan, arabasıyla Elazığ’a keklik kebabı yemeye giden, keyfi yerinde bir gençtim. Çok düşünerek, bilerek karar verdim. Oysa başka türlü bir hayat da açıktı bana. İstesem işadamı olabilirdim. İstediğim kadar kredi alabiliyordum. Milletvekili oluyordum ama vazgeçip silahlı mücadeleye başladım.
Peki, bugün dünyaya bakınca ne düşünüyorsunuz? ‘Bizi anlamadılar’ mı, ‘Bir gün mutlaka’ mı? Kırgın mısınız ya da?
Kırgın değilim. Ben kimse için yapmadım bunları. Kendim için yaptım. Kimse bana borçlu değil.
Peki, sol, sosyalizm niye arka arkaya ağır yenilgiler aldı Türkiye’de, dünyada?
Çünkü sermaye sahibinin baskısı ile devletin baskısı fark etmiyormuş. Kapitalist ülkelerdeki baskı hiç olmazsa biraz nefes alma alanı bırakıyor insana. Devletçiliğin olduğu yerde ise toplum nefes de alamadı, çürüdü. Dikkat ederseniz, SSCB’de sistem çöktüğü zaman Komünist Parti’ye kayıtlı 18 milyon üye söz konusuydu. Tek bir üye sahip çıkmadı, oysa “Ben ülkem için, sistem için yaşıyorum” diyorlardı, demek ki yaşamıyorlarmış. Çünkü sistem önce insanı, bireyi öldürmüştü. Biz o dönemde bu yaklaşımla partimizdeki kişilikleri fazla törpülemiştik. Sosyalist insan kişiliği zayıf bir kişiliğe dönüşmüştü.
Tekrar devrim olacak mı?
Artık 20’nci yüzyıl devrimler süreci bitti. 21’inci yüzyıl toplumsal ilerleme hareketleri süreci başladı. Dünya pazarı ülkeleri birbirine bağlarken, sistem karşıtı mücadeleyi de tekleştirdi. Artık bir ülkenin değil, dünyanın kurtuluşu gündemde. Ve ben bunun sadece işçi sınıfının önderliğinde yapılacağına inanmıyorum. Bu ancak insanlığın önderliğinde olur. Bugün artık emek -sermaye çelişkisinin etkileri değişti. Sermayenin yol açtığı yıkım, mesela ozon tabakasının delinmesi sadece işçi sınıfını etkilemiyor ki.
Sizi neler heyecanlandırıyor bugün artık dünyada?
Mesela entelektüel emeğin kazandığı önem. Kol emeğinin belirleyiciliğini yitirmesi heyecanlandırıyor. Uzay çalışmaları, gen mühendisliği. Bu ilerlemeler.
Gen mühendisliği ?
Evet.
Etik buluyor musunuz?
Tabii, tabii.
Hans Magnus Enzensberger, bu ay Almanya’da çıkan ‘Bilimlerin İksiri (Elixir der Wissenschaften)’ adlı kitabında komünistlerin yeni insan tipini üretme projesini günümüzde gen mühendislerinin üstlendiğini ve bunun totaliter bir eğilim olduğunu yazdı. Sizi de acaba bu yüzden mi heyecanlandırıyor?
Beni yeni bir insan tipi değil, insanları sağlığına kavuşturacak gen ayıklamaları heyecanlandırıyor.
Küreselleşme karşıtları da çok heyecanlandırıyor olmalı sizi.
Tabii, umut onlar bence. Henüz geleceği yaratmaya yönelen bir güç olamadılar ama olacaklardır.
Marksistler bir yüzyıl boyunca büyük düşündükten sonra artık azla yetinmeyi mi öğreniyorlar? Sizde bunu sezer gibiyim.
Ben artık Marksistlerden bir önderlik beklemiyorum. Bu önderlik konumu Marksizm’in esnekliğini ortadan kaldırdı.
Size göre devrim, silahlı mücadele ile, yani sizin iradi müdahalenizle olacaktı. Artık vazgeçtiniz, toplumsal ilerlemeyi bekliyorsunuz, öyle mi?
Ama bugün denge tümüyle burjuvazinin lehine. Vietkong SSCB’den aldığı lazer silahlarıyla Amerika’nın 50 tane B52 uçağını düşürmüştü. Bugün SSCB kalmadı, Çin zaten kimseye bir mermi bile vermez. Artık gerillanın elinde sadece küçük personel silahları kaldı. Bunlarla da sol bir gerilla mücadelesi yürütülemez.
Siz ‘eski tüfek’ misiniz?
Hayır. Tüfek birisinin kullandığı bir mekanizmadır. Ben ise hep kendim oldum. Eskiliğe gelince, ölünceye kadar eskimeyeceğim ben.
(Bu söyleşim ilk kez 2003 yılında Milliyet Gazetesi Pazar Eki’nde yayımlanmıştır. 2004 yılında yayımlanan ‘Mahallede Herkes Kahramandır’ adlı, söyleşilerimin derlendiği kitabımda da bu söyleşim aynı başlıkla yer almaktadır.)