Kayyımlar meselesi hep siyasetin konusu oldu. Bir taraftan devletin kendi kanunlarını dahi yok sayıp çok açık, aleni bir biçimde zor yollarını kullanarak belediye binalarına el koyması ve yöneticileri tutuklaması, çalışanları işten atmasıyla bir taraftan da belediye yöneticilerinin, siyasi birimlerin direnme gayretiyle gündeme geldi.
Güncel olduğu dönemde bu konu sıkı biçimde tartışılır. Ancak bir süre sonra ya zaman aşımına uğrar ya da gündem değişir ve bu konu arka plana düşer. Böylece darbeyi yapan yaptığıyla kalır ve bir süre sonra işlevi itibariyle kabul görür, hakim hale gelir.
Oysa konu öylesine basit geçiştirilemeyecek kadar derindir. Felsefi, düşünsel boyutlarının yanı sıra esas olarak kurumsal anlayışımızla ilgilidir. Devletin rahatlıkla el koyduğu belediyeler değil, kurumsal anlayışımızdır. Ele geçirdiği sadece bina değil, insanlarımızın yaşamıdır. Kentlerimizin, toplumumuzun yaşam anlayışıdır.
Lokal olan bu sorunumuzun global ölçekte de başka bir yansıması var. Örneğin biz kurumsallaşamamaktan bahsederken, Avrupa, Amerika, Çin gibi ülkelerden de kurumsallaşmanın çok boyutlu olduğu bireyin varlığını denetimine aldığını, açık hapishaneye dönüştürdüğünü, iradesini yok ettiğini, insanın özgür karakterini yuttuğunu, genel hayatın içinde nesneleştirdiği gibi çok boyutlu eleştiri ve tartışmalara konu olmaktadır.
Mesela siyasette sosyalist, ekonomide kapitalist bir yol geliştiren Çin’de teknoloji fetişleştirilmiş, yüceltilmiştir. Bundan dolayı da hızlı bir gelişme mevcuttur. Ama bu aşırılık artık kendine zarar vermektedir. Örneğin smartcity/akıllı kentler çok moda. Evde, sokakta, fabrikada alışverişte, ziyarette her nerde olursanız olun kameralar aracılığıyla gözetim altındasınız. Devlete ait kurumların, güvenlik güçlerinin, sağlık kurumlarının, belediyenin, trafik kuruluşlarının daha etkili çalışması için gerektiği belirtilen bu sistemde herhangi bir kişi de teknik takip yoluyla sizi 24 saat boyunca gözetleyebilir.
Avrupa’da yasalar, sivil toplum kuruluşları elektronik gözetlemeyi engelliyorlar. Ancak orada da başka bir boyut var. Hem devlet kurumlarında, belediyelerde, hem de şirket, fabrika yani kamusal ve özel alanların tümünde aşırı bürokrasi hakim. Bir konu etrafında medya, STK’lar, bürokrat ve uzmanlar tartışır, ortak bir noktaya varır ve bunun yasalarını yönetmeliklerini çıkarır. Bu iyi bir adım gibi görülebilir. Ama sonuçta ülke yasalar, yönetmelikler ve detaylar yığını olur. Bütün bunlar da sonuçta, insanı, bireyi denetim altına alır, yaşamına yön verir, özgürlüğünü, özgünlüğünü, yaratıcılığını, evrenselliğini, varoluş sorunsalını denetler, zincirler.
Şu anki mevcut zihniyetimizle kurumsallaşmayı esas alırsak dönüp geleceğimiz yer Avrupa veya Çin örneği olur. Varsayalım devlet kayyımlar atamasaydı ve hatta Kürt sorunundaki bilinen patolojik karakterinden vazgeçip engelleri kaldırsaydı. Ne olacaktı? Mevcut belediyecilik şartlarında daha iyi hizmet sunacaktık belki. Binalar, yollar, hizmetler daha da mükemmelleşecekti mesela. Şeffaflık yoluyla yolsuzluklar, gasp ve haksızlıklar biraz daha azalacaktı.
Ama aslında işin özünde pek bir şey değişmeyecekti. Çünkü büyük binalar, mükemmel yollar, çok yönlü hizmetler değil esas olan. Fiziki ve nesnel varlıkların belirleyiciliği her zaman olumlu etki yaratmaz. Sizin denetiminizden çıktığı anda yutmaya başlar. Öyleyse konunun başına bireyi ve toplumu almak esastır. Özgür birey, otonom/özerk toplum ve onun belirleyiciliği olmadı mı insan yaşamında hiçbir şeyin güvencesi yoktur. Çünkü değer yaratma, bireyin varoluşunun özgürlük ve onun dışa vurumu olan kendi eylemselliğini törpüler metayı ikame ederiz. Doğayı ve toplumu yutan devasa binalar, labirente dönüşen siteler ve kentler, ihtiyaçtan çok statüyü yansıtan arabalar, özgülük namına üstümüzde duran markalarla bezenmiş kıyafetler içinde nesneleşmiş sıradanlaşmış bir birey olup çıkacağız.
Bizim elimizde ciddi bir fırsat var. Bu bağlamda kurumsal anlayışımızı yenileyebilir, hem kendi handikaplarımızı aşabilir, hem de farklı ülke ve bölgelerdeki sorunlara da örnek ve öncü olabiliriz. Mesela Kürt hareketinin 40 yıllık tarihinden bahsediyoruz. Cezaevlerinde fiziki olarak tutsak önderlerimiz, liderlerimiz, yöneticilerimiz, siyasi temsilcilerimiz var. Ve artık tüm dünyaya da mal olmuş kadın özgürlük anlayışımız var. Mekânsal, maddi, fiziki engellemelere hatta savaş ve şiddet yoluyla saldırılara maruz kalmalarına rağmen hep ayaktalar, tüm müdahalelere rağmen büyüme ve gelişme içindedirler. Çünkü meta esaslı bir hareket ve eylemin sahibi değiller. Fiziki anlamda devasa binalar, yollar, makinalar ve ele geçirilecek paralar yok. Eğer öyle olsaydı çok kolay müdahale edilir paramparça edilirdi.
Bu bağlamda belediyelerde düşülen handikap değer esaslı özgürlük anlayışına sahip özgürlük hareketinin meta ile imtihanı ve mücadeleye açık hale gelişi diyebiliriz. Elbette metayı tamamen ret edemeyiz. Çünkü elimizdeki araç ve donanımların kaynağıdır meta. Ancak metayı değerlerin hizmetinde tutarsak başarılı oluruz. Araçlardan ibaret olduğunu, fetişleştirilmemesi gerektiğini bilmemiz lazım. Özellikle de metanın toplumsal yansıması ya da bireyi metalaştırmasının mekanizmalarını fark etmemiz lazım. Aksi durum mahkumiyettir. Mesela yasalar, yönetmelikler, yetkiler, yöneticilik, bürokrasi, hiyerarşi, binaları esas alan idari mekanizma, bu amaçla kullanılan makine ve hizmet araçlarından oluşan sarmal bireyin ve insanın metalaşma dizgisine tabiiyetidir. Aynı zamanda bireyin sınırlandırılması, dizginlenmesi ve denetime alınmasıdır.
Öyleyse öncelikle zihinlerden başlayıp eylemsellikle zirveye ulaşacak şekilde metalaştırma karşısında değerlerimize dayanmayı esas almalı ve bu anlayışla direnişe geçmek gerek. Yasalar, yasaların esas aldığı yöneticilik anlayışı ve mekanları terk edilmeli. Bunun yerine yüz yüze ilişkiyi esas alacak alan yaratmak gerekiyor. Bu da otonom bir toplum olmayı gerektirir. Dağda, ovada, mahallede, sitede, evde, cezaevinde, fabrikada, işte, yolda, her nerede olursak olalım yüz yüze ilişki içinde olunca eylemsellik hareket meydana gelir. Mesleğimiz, yeteneğimiz, düşüncelerimiz, karakterimiz belirleyici olur. Yani ham haliyle insan kendisi ortaya çıkar. Yabancılaşmaya darbe vurulur. Özgürlüğün doğası ana mekan olur. Sınırları yüz yüze ilişkiyi esas alacak kadar oluşturulan toplumlar aynı zamanda ortak çalışma, ortak karar alma, ortak üretim ve değerleri de esas alır. Mahalle ve sitelerde başlayan bu birlik ve onun hizmeti belediyelerin sınırlarını da aşar. Evler anadil ve bilgi paylaşımı için okula dönüşür. Tv’ler ve cep telefonlarının yerine sohbet ve paylaşım esas olur. Hücreler bilginin mayalandığı mekanlar olur.
Bilmeliyiz ki günlük yaşamın bilinçli ve kurumsal üretimi aynı zamanda bir direniştir. Evde, işte, kahvede, sohbette günlük yaşamımızı değiştirecek bir dinamizmi yakalamalı, sorumlu yaklaşmalı, kendimizi yeniden üretmeli ve direnişi güne gülerek başlatmalı.