‘Anne beni assana’ zorla evlendirilen bir çocuğun, annesinin yüreğine dert olan çığlığıdır. Bir dönem memleketin bu yakasından diğer yakasına Afyon’a, Kayseri’ye, Kütahya’ya, Çorum’a çocuk yaşta canlar satılıyordu. Dilini, kültürünü bilmediği bir yığının içinde, o küçücük yürekleri ile tek başlarına yaşama acaba nasıl tutunuyorlardı? Ailelerinin de rızasıyla yaşamları gasp ediliyor ve yaşam istilacılarınca, bocalananlara sesiz sedasız büyük dramlar yaşatılıyordu; canlarına kıyılıyor ve üstü örtülüyordu. Ta ki doksanlı yıllara değin. Doksanlı yıllarda bölgede sosyal yaşamda devrim niteliğinde değişimler oldu. Bu halkın sosyolojisini bilmeyenler değişimi farklı yorumladılar. Lakin tanımlananla, yaşanan farklı şeylerdi. Yeni bir yaşamın ahlak anlayışı örülüyordu. Yaşamın kutsiyeti temel alınıyor, kan davaları duruyor ve canlar satılmıyordu.
Doksan öncesi, toplum ahlaken o kadar düşürülmüştü ki, birkaç hayvan parasına yaşlı, dul ve deliler için, çocuk satın alanlara karşı, tepki oluşmuyor, vahşet çok da garipsenmiyordu. Bölgede bu insan ticaretini iş edinen birkaç mendebur simsar da vardı. Bunların gözü kulağı her köyün her evindeydi. Bir muhitte çok dolanmaya başladıklarında kadınlar ‘acep kimin evine ateş salıp, canını yakacaklar’ deyip, peşin sıra beddua ediyorlardı. Yoksul, tamahkar, on dört, on beş yaşında kızı olan aileleri tespit ediyor; Afyon’dan Kayseri’den, Kütahya’dan da, ne idiği belirsiz insan müsveddeleri çağırıp, hayvan satar gibi can satıyorlardı. Bunu bir cümle toplumun ve devletin gözünün önünde yapıyor, o toplumda yaşayabiliyorlardı.
Çocukları götürenler, ailelerine şart koşuyorlarmış; ‘ilk iki, üç yıl arayıp sormayın ki sizden ümidini kessin, çoluk çocuğa karışsın, böylece yeni yuvasına (!) alışsın’ diyorlarmış. Yıllar önce annem, üç beş yıldan sonra, babası vefat ettiği için Kayseri’den köye gelen ve çocuk yaşta evlendirilen bir kadının durumundan bahsederken, sebep olanlara nasıl beddua edip, o kadın için ağladığını hatırlıyorum. Eşi dedesinin yaşındaymış. Kadın Kürtçeyi unutup, yarı buçuk Türkçesi ile de meramını anlatamıyormuş. Annem, babasının ölümüne ağlamadığını, eli ağzında, boş büzük bakışlarla insanlara sadece baktığın söylemişti. Eşi olan yaşlı adam, evin kapısına bir sandalye atıp, baba evinden bir yere çıkmasına müsaade dahi etmiyormuş. Taziyede, baba evinde bunu yapan, kendi zindanında kim bilir ne yaşatıyordu o cana. Geçenlerde Çorum’da da yaşlı eşi ölünce, kendi yaşıtı üvey çocukları, mirastan pay almasın, köyden çekip gitsin diye, çocuk yaşta evlendirilen kadının, tek başına kaldığı evinin, kapı penceresini kırmışlardı.
Çocuğunu sattı diye eşine hakkını helal etmeyen anneler biliyorum. “Eşim itirazımıza kulak asmadı, bizi dinlemedi, kızım daha on altısındaydı, küçüktü, köyden sevdiği biri de vardı. Kızım sırf gurbete gitmesin diye, haber saldım ‘gel bu gece kızımı sana vereyim kaçır, götür’ dedim, fakirdi, garibandı, yanaşmadı. Kızım o gece koynumda yattı, başı koparılmış bir kuş gibi çırpınıp durdu, ağladık, bir ara ‘anne ben gitmeye korkuyorum, beni assana dedi.’ Nasıl kıyardım kızıma, ben kıyamadım, eşim bizi dinlemedi ve elalem gül gibi kızıma kıydı, nasıl affederim eşimi, hakkımı nasıl helal ederim?” Bir deliye eş götürmüşler, on altı yaşındaki çocuğu. Dayaktan ve korkudan o da delirmiş ve yıllarca bir ahırda bağlamışlar. Sonunda baba evine telefon açıp ‘kızınız intihar etti’ demişler. Doksanlardan sonra oluşan sosyolojik değişimle birlikte, kadınlar irade olmaya başladılar. Toplumda yozlaştırılmış, sözde değer yargıları, vicdanlarda yargılanıp mahkum edildi. Artık ne mendebur simsarlar cüret edebildi, ne de insan müsveddeleri gelebildiler. Giden çocuklar kaybolup gittiler. Bazen sebebi belli olmayan, şüpheli ölüm haberleri geliyor memlekete. Sanki hiç doğmamışlar gibi, bir haberdir gelip geçiyor; ana yüreğini yakıp, orada yuvalanıyor. Evrenin bir adaleti var sanki, simsarların nasıl yıllarca hasta yatağında can çekişe çekişe öldüklerini de duydum, ölünce cenazesinin yerde kaldığını da. Kadınlar kaderlerine el koydular, artık satılmıyorlar memleketin bu yakasında ve memleketin bu yakasındaki örgütlü kadınlar hayata renk katıyorlar. Kadına karşı şiddetin olağanlaştığı bu dönemde ses çıkartıyor, hak arıyor, hesap soruyorlar. Acılar bu yakadaki kadınların yüreğini yaktı. Yürek acısını tecrübe edinenler, yaşamı sahipleniyorlar ve şiddete dur diyorlar.