Her türlü eleştirinin hakaret olarak değerlendirildiği, bu ithamla yargıya taşındığı bir siyasi ortamda konuşmak da, yazmak da, hatta bir başkası tarafından yazılanları beğenmek veya paylaşmak da büyük bir risk taşıyor. Bu riskin sonuçlarını hem yazılı ve görsel kitle iletişim araçlarında hem de sosyal medya ortamlarında gözlemlemek mümkün.
Dışarıdan bir bakış bile Türkiye’de konuşma hakkının tek bir siyasi görüş çerçevesinde kullanıldığını görmek için yeterli. Cumhurbaşkanı herhangi bir konuda görüş belirtiyor, ardından yandaşları aynı görüşü daha da yüksek perdeden tekrarlıyorlar. İfade edilen görüşün ise gerçekle ne denli örtüştüğü hiç kimsenin umurunda değil.
Ülkede ekonomik bir krizin varlığından bahsetmek teröre destek vermek anlamına geliyor. Ekonomik darboğaza düştüğü ve çıkış yolu bulamadığı için canına kastedenleri haberleştirmek de aynı suçlamayla karşılaşmak için yeterli.
Erdoğan, Trump ve yanındaki senatörlere iktidarının Kürtlerle değil de teröristlerle mücadele ettiğini inandırmaya çalışırken, HDP’nin seçilmiş 24 büyük şehir, il, ilçe ve belde belediye başkanını görevden almasını da aynı gerekçeye dayandırıyordu. Gerekçe böyle olunca, hız kesmek doğru olmaz. Herhangi bir gizli tanık veya itirafçı (bunu iftiracı olarak okumak da mümkün) ifadesi ile önce soruşturma açılıyor, ardından da savcıların tutuklama talebi mahkemeler tarafından anında işleme konuyor.
Bu bakış açısıyla hapishanedeki gazeteciler gazeteci oldukları için değil, terörist oldukları için tutuklu. Aynı şey hapisteki sayısı hesaplanamayan avukatlar için de geçerli. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ da siyaset yaptıkları için değil, teröre destek verdikleri için hapisteler. HDP gençlik yapılanmasından gençler, piknik ve futbol maçı düzenleyerek örgütsel faaliyette bulundukları iddiası ile içeri alındılar.
An itibarı ile karşımda şekillenen soru ise, Ermenilerin göçer olmadığını söylemek de terör propagandası sayılabilir mi? “Ermeniler göç etmediler, soykırıma uğradılar, hayatta kalmayı başaranlar dünyanın dört yanına savruldu” demek başıma dert açar mı? Belki de açar düşüncesiyle dilimi mi tutmalıyım? Başıma bir bela gelmesin diyerek kalemimi mi kırmalıyım?
Bu mesnetsiz iddialara cevap verecek bir patrik seçmek en doğrusu olacak. Hiç değilse ‘millet başı’ sıfatıyla tüm Türkiyeli Ermeniler adına bir açıklama yapar da biz de rahat bir nefes alır, yanlış söze cevabı verildi diyerek içimizi soğutabiliriz. Şimdi mesele bu cevabı en iyi şekilde hangi patrik adayının vereceği sorusuna cevap bulmakta. Aram Ateşyan geçmişteki uygulamalarıyla bu konuda sağlam bir duruşu olmadığını defalarca gösterdi. Acaba umudumuzu Suriye’ye doğru sefere çıkan TSK askerleri için Mardin’de, Deyrül Zafaran Manastırı’nda Süryani rahiplerle ‘kılıcınız keskin olsun’ duası yapan Sahak Maşalyan’a mı bağlamalıyız?
Sorular çoğalıyor, cevaplar ise sürekli çıkmaz sokağı işaret ediyorlar. Henüz ‘işte bu’ diyeceğimiz cevabı bulmuş değiliz. Seçim sandıkları irademizi ortaya koymaya yetmiyor.
Bu sütunun okuyucuları bilir, daha önce de yazmıştık, salt bizde değil, beş kıtada da yetmiyor. Küresel neoliberal kapitalizmi alaşağı edeceğimiz yöntemleri henüz dünyada hayata geçirebilen bir uygulama çıkmadı. Çark Türkiye’de de, Şili, Bolivya, Venezuela, Lübnan, Fransa, Irak’ta da emeğin, emekçinin ezilmesi üzerine dönüyor.
Seçim sandıklarının çare olmadığı bozuk düzene kitlesel eylemler de çare olamıyor. Olsa olsa oyunun aktörleri değişiyor, ama kanayan yaraya merhem olmuyor.
Esas olarak sistemin yumuşak karnı var, aynen Aşil’in topuğu gibi. İş elimizdeki yayı doğru tutup, oku doğru yöne fırlatmakta.
Gün gelip, vakit erişip çark kırıldığında ise, bu bezirgân saltanatı sona erer. O saat sarayın hoparlörleri patlar, HES’lerin türbinleri durur, Trump’ın petrol kuyuları kurur, Wall Street’in ışıkları söner, Putin’in S-400’leri elinde kalır, Türkiyeli Ermeniler ehvenişer patriğe razı olmaktan kurtulurlar.
Ne diyordu Çetin Altan? “Enseyi karartmayın.”