Kapitalist küreselleşme, niteliği niceliğe kurban edip çeşitliliği ve farklılıkları yok ederek homojen bir kültür yaratmayı temel politika olarak belirlemiştir. Bu nedenle çeşitliliğin ve farklılığın olduğu tüm odakları yok etmekle bu stratejinin bir gereğini uygulanmaktadırlar. Günümüzde gelişen savaş, kıyım, kriz ve soykırımları bu politikadan bağımsız düşünmek kapitalist düzenin temel ideolojisini anlamamak anlamına gelir ki bu da bu sistemin kendini var kılmasına zemin sunar.
Dünyada birçok ülkede iktidarda olan yönetimler şahsında devletçi iktidarcı sisteme karşı ayaklanmalar gelişmekte ve bu ayaklanmalar gün geçtikçe büyümektedir. Tepkiler hiç de önemsenmeyecek boyutta değildir ve böyle devam ederse daha da büyüyüp derinleşeceğe benziyor. Türkiye de bu forma sahip devletlerden bir tanesidir. Türkiye’de baskı, sömürü ve şiddet sonuna kadar uygulanmakta ve farklı seslerin yükselmesi tamamıyla engellenmeye çalışılmaktadır. Öyle ki tüm toplumsal muhalif kesimler terörist olarak yaftalanmakta ve tutuklama gibi uygulamalara maruz bırakılmaktadırlar.
Ortadoğu da yürütülen politikada olduğu gibi, kendisi gibi olmayan tüm farklı görüşleri düşman belleyip savaşılması gerekildiği ifade edilmektedir. Fakat halklar kapitalizmin savaş politikasının zehirli sonuçlarının bilincinde olduğu için gelişen bu sonuçlara da hızla tepki geliştirdiler. Çünkü savaşın yürütüldüğü alanlarda ölenler yine masum insanlardır. Kalanlar ise İş bulmama sorunu yaşıyorlar ya da vasıflarının çok altında işlerde, kötü koşullarda, giderek uzayan iş saatleri içinde çalışmak zorunda kalıyorlar. Sosyal hakları bir bir ellerinden alınıyor. Yararlandıkları hizmetler özelleştirildikçe erişilemez, kullanılmaz hale geliyor. Havaları, suları zehirleniyor, ormanları, tarım alanları yok ediliyor. Bu durum savaşın her iki tarafında yer alanlar için geçerli olan bir durum oluyor. Hatta Türkiye gibi haksız yere başka topraklara girip var olan düzeni bozmaya çalışan bir ülke için kendi sonunu hazırlama anlamına geliyor.
Devlet yönetimdekilerinin kendileri de Türkiye’nin üçüncü dünya savaşına yani Ortadoğu’daki bu savaşa dahil olmasının kendi sonlarını getireceğini biliyorlar. Buna rağmen savaş kararı almaları ise var olan toplumsal krizi gizlemek ve atlatmak içindir. Fakat bu pek mümkün olabilecek bir öngörü değildir. Çünkü içte yaşanan krizler savaş kararlarıyla atlatılacak düzeyi çoktan aşmış durumdadır. Son on yıldır yürütülen politikaların tümünün başarısız olması ve halkın bunun bedelini ödemek zorunda kalması ne yazık ki iktidardakilerin çok da umurunda değildir. Ve bu savaş sadece yoksullara ve emekçilere fatura edileceğe benziyor. Emekçilerin Türkiye’deki durumu da tam olarak iç ve dış politikanın tüm izlerini taşımaktadır. İrade sahibi olanların bu iradelerinin yok edilerek egemenlik altına alınması durumunu en derin şekilde yaşamaktadırlar. KHK’lar ve uygulanan kayyum atamaları ile neredeyse birçoğu tasfiye edilmek istense de bu duruma karşı gelişen direnç daha fazla baskıyı da beraberinde getirmiştir. Tutuklamalar ve kriminalize etme politikaları da iradesizleştirme çabalarının devamı olarak devreye konulmuş ve emekçiler Türkiye’de çembere alınmıştır. İşten atılmalar, açığa alınmalar, memur vasfının kaldırılma çabaları, güvencesizlik ve sendikasızlaştırma uygulamalarının hepsi geliştirilen savaşın emekçilere kesilen faturalarıdır. Savaş derinleştikçe bu uygulamaların kötüye gideceği açıktır. Bunların yanı sıra özellikle sendikal alanda uygulanan baskılar da daha fazla gelişmektedir.
Sendikal alan, siyasal alan ve devlet arasındaki ilişkiler 2000’li yıllardan sonra yani AKP sürecinde ic¸ içe geçmiştir. Kayyum atama politikalarından sonra açığa çıkan durumda birçok sendikalı farklı sendikalara geçmeye zorlanmakta, bu sendikalarda genelde AKP destekçilikleri ile tanınan sendikalar olmaktadır. Bu sendikalar daha çok devlete ve var olan siyasi rejime itaat etmeyi dayatan politikalarıyla bilinmektedirler. Memur-Sen ve Hak-I·s¸’te somut olarak görülebilen bu sendikacılık AKP’nin ideolojik yapısıyla paralellikler göstermekte, sendikanın iç işleyişinden, sendikal alandaki aktörlerle ilişkilerine kadar sendikanın stratejilerini etkilemektedir. Ve bu gelişmelerin sonu da Irak, Şili ve Lübnan’dan farklı olmayacaktır. Türkiye’de ki toplumsal kesimler de Dünya halkları gibi kapitalizmin sürdürülemez olduğunu yaşam deneyimlerinden biliyorlar ve baş da kaldırıyorlar. Sorun şurada ki, bu tepkileri örgütleyerek asli hedefe yani kapitalist sistemin yıkılmasına yöneltecek bir irade açığa çıkmıyor.
Yaşanan bu istikrarsızlık ve kaos ortamının son bulması için bu totaliter rejime karşı ciddi bir demokrasi cephesine ihtiyaç vardır. Bu nedenle de yaşanan dayatmalara karşı özünü korumakta ısrarcı olmak gerekir. Öncelikle kendini sözde sol ve sosyalist olarak tanımlayanların bu söyleme denk bir duruşa erişmesi ve demokrasi cephesinde sağlam bir mevzi edinmesi gerekirken var olan totaliter rejim dayatmalarına maruz bırakılanların ise bu mevzilerde kalmakta ısrarcı olmaları şarttır.