En son Kızıltepe Belediyesi’nin gasp edilmesiyle birlikte ve polis Batman’da 11 yaşındaki çocuğu “anne, baba” diye bağırttıktan sonra, artık açık olarak ilan edelim: Bu rejim Kürdistan’ı “düşman toprağı” olarak görüyor, Kürt halkını “düşman” sayıyor ve bunun gereği olarak, seçimlerle elde edemediği “siyasi egemenliği”, Bakur’un yerel iktidarlarını devirerek, işgal yoluyla elde ediyor.
Tıpkı Rojava’da olduğu gibi. Türk devleti Bakur Kürdistan’da meşruiyetini kaybetmiştir. Bu toprakların “ortak vatana” ait topraklar olmadığını, zorla, silah zoruyla elde tutulan bir “işgal bölgesi” olarak gördüğünü, Kürt halkını ise Türkiye halkının bir parçası olarak görmediğini açık bir şekilde itiraf etmiştir.
Bütün bunların sonunda, ne yazık ki, Kürt sorununu barışçıl yoldan, müzakere ve uzlaşmayla çözmenin en son kırıntılarını da, bu iktidar yok etmiştir. AKP-MHP iktidarı Kürt halkının evlatlarına, bizzat, kendi ağzıyla, kendi yapıp ettikleriyle “sandık yolunu” değil, “dağ yolunu” göstermiştir. Kürtlerin seçme ve seçilme haklarını elinden almıştır. Bırakalım “demokratik özerkliği”, Kürtleri kendi sokaklarını süpürme hakkından bile yoksun bırakmıştır.
Şurası çok açıktır. Belediye, Türk hukukunda hiçbir ciddi yaptırım gücüne sahip olmayan, merkezi hükümetin “vesayeti” altında bir “hizmet” kurumudur. Kayyımlarla belediyelerin gasp edilmesi Kürt halkı açısından “büyük bir kayıp” değildir. Burada asıl önemli olan Kürt halkının iradesine yönelik faşist saldırıdır. Ona “senin oy hakkın yoktur, senin seçilme hakkın yoktur, senin yerel yönetimlerde de TBMM’de de söz hakkın yoktur” denmiştir. Kürt halkı için bu meydan okuma “yok hükmündedir.” Çünkü bu halk bugünkü muhteşem bilinç ve örgütlülüğe “seçme ve seçilme hakkını, yerel yönetimlerde ve TBMM’de söz hakkını kullanarak” gelmedi. O bugünlere nasıl geldiğini çok iyi biliyor. Yine bildiği yoldan yürüyecektir.
Ama bu iktidar Kürde “senin şeref ve haysiyetin de yok, namusun ve mukaddesatın da yok, dilin, dinin, milletin de yok, sen de yoksun” demektedir. Bu soykırımcı, ırkçı aşağılama Kürdün evladını, anasını, babasını öldürmeye benzemez. Belediyelere kayyım atamaya, vekilleri hapse tıkmaya hiç benzemez.
Ölmek öldürmek her savaşta Allahın emridir. Savaş bitince, barış gelince sağ kalanlar birbirlerinden helallik ister, sofralar kurulur, “dostluk çorbasına” kaşık sallanır.
Ama iş Kürdün namusuna el atmaya gelince, şerefine leke sürmeye gelince, haysiyetiyle oynamaya gelince, mukaddesatına, diline, dinine, milletine küfür etmeye gelince, bunun tamiri olmaz.
Yüz yıldır vuruşan iki halkın arasına giren kanı ele yüze sürülecek kına haline getirmek zor olsa da mümkündür. O akan kanı “beyaz tülbentle” örtmenin mutlaka bir yolu bulunur.
Ama sen, iktidardaki adam, Kürt kadınının o “beyaz tülbentine” leke sürdüğün, namusuna, haysiyetine, şerefine, dinine, diline, milletine tecavüz ettiğin gün, ortada ne “ortak vatan” kalır, ne de “kardeşlik”.
Ölüm acısı unutulur, namus lekesi unutulmaz.
Şimdi Türkiye işte bu aşamanın eşiğinde bulunuyor. Bir adım sonrası tamiri mümkün olmayan yola açılır.
“Bizi bölmek istiyorlar” yalanıyla zihni bulanan Türk halkı şu gerçeği görmeli: Krizden çıkış sanılandan kolaydır, içeride çözüm, dışarıda barış dendiği gün kriz geldiği gibi gider. Tersi durumda Türkiye enkaza döner. Şimdi soralım: Kürt halkı enkaz halindeki bir Türkiye’yi mi “ortak vatan” sayar, yoksa krizden çıkmış, özgür, barışçı, müreffeh bir Türkiye’yi mi?
Bakın etrafınıza daha şimdiden enkaza dönmekte olan ülkenizi, sizin Türk kardeşleriniz, üstelik Ege’de, Meriç’te ölüm pahasına terk ediyor, “emek göçünün” yerini çoktan “beyin göçü” aldı bile.
Türk enkazda yaşamak istemezken, siz Kürdü zorla enkazda sürünmeye mahkum edeceğinizi sanıyorsanız, fena halde yanılırsınız.
Kürdün geleceğinde petrol var, doğal gaz var, Fırat var, Dicle var, Munzur var. Öteki üç parçada kardeşleri var. Ama daha da büyük bir şey var: Özgür ve savaşkan kadın. Ey Türk senin geleceğinde Kürt yoksa neyin var?
Bazen şöyle düşünüyorum: Eğer Ermeni soykırımı 1915’te değil de, 1490 yılında yapılsaydı ne olurdu?
Şu olurdu: 1490 yılında Kayseri’nin Ağırnas köyünde bir Ermeni aileden doğan ve Osmanlı tarafından “devşirilen” Mimar Sinan ana rahminde ölürdü. O zaman Türkiye’de Şehzade Camii, Süleymaniye Camii, Selimiye Camii başta olmak üzere üç yüz elliyi aşkın eser de olmazdı. Sanırım anlatabildim… Soykırım soykırıma uğrayanların yanında soykırımcıya da kaybettirir…