38.TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı Adnan Özyalçıner ile edebiyatı ve siyasal gelişmeleri konuştuk:
Adnan Özyalçıner, bu haftasonu kapılarını açacak olan 38. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı seçildi. Türkçe edebiyatın 1950’lerden beri önde gelen öykücülerinden biri olan Adnan Özyalçıner, edebiyatçılığının ilk yıllarından beri hep emekçilerin, ezilenlerin yanında oldu, onlara dair yazdı. Şair Sennur Sezer ile birliktelikleri, aşkları da hep emek mücadelesine eşlik etti.
Adnan Özyalçıner, 1953 yılında ilk öyküsünün yayımlanmasının ardından döneme damgasını vuran ve dönemin edebi akımlarını temsil eden Papirüs, Yeni Dergi, Halkın Dostları gibi birçok yayında yazar ve yönetici olarak yer aldı. Adnan Özyalçıner’in ‘Panayır’ (1960), ‘Sur’ (1963), ‘Yağma’ (1971), ‘Yıkım Günleri’ (1972), ‘Gözleri Bağlı Adam’ (1977), ‘Cambazlar Savaşı Yitirdi’ (1991), ‘Alaycı Öyküler’ (1991), ‘Taş’ (seçmeler, 1992), ‘Sağanak’ (1993), ‘Yazdan Kalma Bir Gün’ (1999), ‘Ayak İzleri’ (2000) gibi çok sayıda öykü ve araştırma kitabının yanı sıra, deneme ve antolojileri vardır. Adnan Özyalçıner ile edebiyat anlayışını konuştuk.
TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki onur yazarı sizsiniz. Bu tercih sizin ömür boyu üretiminiz için olmalı. Yaşam öykünüz nasıl bir öyküdür sizin bakış açınızdan?
Benim öyküm İstanbul’un surlara yakın kenar semtlerinden biri olan Karagümrük’te başlar. Haliç’e bakan, sabahları fabrika düdükleriyle uyanılan, akşamları fabrikaların paydos düdükleriyle evlere girilen bir işçi mahallesinde. O mahalledeki insanların arasında. Çoğunun annem, babam gibi okuması yazması olmayan yoksul ama umudunu yitirmeyen insanların arasında. Onlar gerçeği gören, bilen insanlardı. Hep bir aradaydılar. Kurdukları düşler, hayaller, gelecek umutlarıyla. Bir var ki bu duygularını, düşüncelerini -kendi aralarında tartışıp durmalarına karşılık- ifade edemiyorlardı. Ben, ilk öykülerimi yazmaya başladığımda, “Kenar Mahalleden” üst başlığıyla onların ifade edemediklerini, onların öykülerini yazdım. Kendi elleriyle yarattıkları uygarlığın zenginlikleriyle güzelliklerinden eşit pay alamayan bu insanların yazgılarının değişmesi gerekirdi. Yazgılarına direnen insanların öyküleriyle gelişti yazdıklarım. Artık bütün bir İstanbul’du mahallem. Yöneten yönetilen temel çelişkisi içinde tek tek kişilerin öykülerinin anlatımında, kalabalıkların konu edildiği öykülerde, düpedüz kentin kendisinin anlatıldığı öykülerde siyasal, ekonomik, toplumsal çelişkiler açısından insanlar göz önüne alınınca bütün bir ülke olacaktır, giderek üstünde insan yaşayan bütün kara parçalarını kapsayacaktır.
Edebiyat anlayışınızı, öyküleme tarzınızı nasıl tarif edersiniz?
İçerik açısından bakacak olursak: Yazmak kendini ifade etmenin bir yoludur. Duygularıyla düşüncelerini paylaşmaktır. Kendini ifade ederken başkalarını da ifade etmelidir yazar bence. Kendilerini ifade edemeyenlerin duygularıyla düşüncelerini de paylaşmalıdır. Gerçeğe ulaşmanın yolu buradan geçer. Gerçeğin yansıtılmasındaysa betimleyici, yer yer metaforlara dayanan, kim yerde sürrealist/üst gerçekçi ögelerden de yararlanabilen bir kurgulama gerekir. İnsan yalnız dış edimleriyle değil, duyguları, düşünceleri, hayalleri, düşleriyle bütünlenmelidir. Gerçek, gerçeklik bütün boyutlarıyla ortaya konulmalıdır. Geçmişi, şimdiki zamanı, geleceği ile birlikte.
Türkiye zorlu bir süreçten geçiyor. Çok acı olaylar oluyor. Toplumsal barış imkânları harcanıyor. Böylesi bir süreçte edebiyatın hayata yararı nedir sizce?
Edebiyat özgürlükçüdür, paylaşımcıdır, eşitlikten, kardeşçe bir arada yaşamaktan yanadır. Kendi ellerimizle yarattığımız uygarlığın bütün güzellikleriyle zenginliklerinin eşitçe paylaşıldığı savaşsız, sömürüsüz bir dünya özlemini anlatır. Şiiriyle, öyküsüyle, romanı, denemesi ile acılar karşısında sevincin, güzelliğin, güzelliklerin savunucusudur. Herkesin mutlu bir yaşam sürmesinin yanındadır. Bunu söyler, bunu diler. Yararı bu dünyada özgürce yaşamanın güzelliğini hep gösteriyor olmasıdır.
Sizin gençlik yıllarınızın edebiyat ortamı ile bugünü nasıl bir farklılık gösteriyor?
Bizim gençlik yıllarımızda hareketli bir edebiyat ortamı vardı. Kahvelerde toplaşılır, meyhanelerde bir araya gelinirdi. Yenikapı’da Kemal Bey’in kahvesi, Beyoğlu’nda Baylan Pastanesi, Nuruosmaniye’de İkbal Kahvesi vardı. İkbal’e uğrayanlar arasında Orhan Kemal, Nurer Uğurlu, Muzaffer Buyrukçu, Sennur Sezer, Kemal Özer’le ben vardık. Yenikapı’daki kahve daha kalabalık olurdu. Edebiyatçılarla birlikte Müjdat Gezen, Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçel, Yaman Tüzcet, Gülsen Tuncer olurdu. Baylan’a Demirtaş Ceyhun, Attila İlhan, Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Fikret Hakan arada bir biz Kemal Özer, Onat Kutlar, Ergin Ertem giderdik. Meyhanelerde edebiyatçıların yanı sıra Komet, Mehmet Güleryüz gibi ressamlarla buluşulurdu. Bugün edebiyatçıların, sanatçıların belirli toplanma yerleri yok. Her biri, ayrı ayrı cafelerde tek başlarına. Birbirleriyle iletişimsiz.
Bugünkü edebiyatçı kuşaklarının aydın sorumluluğu açısından durumunu nasıl gözlemliyorsunuz?
Aydın olmak muhalif olmaktır. Yalnız politik olarak değil, edebiyatçı olarak da. Sanırım günümüz edebiyatçılarında yapıtlarıyla kültürel karşı çıkış kalmadı. Edebiyat kendi içine kapandı. Ondan mı dersiniz?
Edebiyat ve siyaset ilişkisini nasıl tanımlarsınız?
Siyaset toplumsal yaşamımızı etkileyip yönlendirdiğine göre edebiyat da siyasetle karşı karşıyadır. Siyasetin yaptırımlarına göre tavır almak zorundadır.
Bugün Türkiye’ye baktığınızda nasıl öyküler görüyorsunuz?
Zorunlu bir karanlığı yaşıyoruz. Dünyada da durum biraz öyle sanırım. Savaş kışkırtıcılığı, bölgesel savaşlar, emperyalist işgaller, bunu körükleyip duran akıl almaz bir silahlanma, silah ticareti. Bütün bunların getirdiği her türlü yoksunluklarla yoksulluk, işsizlik. İşçiyi, emekçiyi sömüren sermaye. Varlıklı kesimle yoksul kesim arasında gittikçe derinleşen bir uçurum. Din, dil, ırk ayrımının körüklediği ayrımcılık, çatışmalar. Kardeşin kardeşe düşmanlığı…
Türkiye için umutlu musunuz? Diyeceksiniz ki umut bunun neresinde?
Umut, bütün bunların karşısında direnmekte, direnmeyi sürdürmekte. Siyasal, sosyal bir bilinçle karşı koymakta. Edebiyatla, sanatla, kültürle karşı durabilmekte. Ne der bir şiir, bir öykü, bir roman? Çok şey! Sizi ayakta tutabilecek çok şey! Işıktır çünkü edebiyat, kültür, sanat. Yolumuzu aydınlatır.
Bölüşüp paylaştığımız bir aşk
Edebiyat yoksulların, emekçilerin, ezilenlerin hayatında nasıl bir yer tutuyor sizin gözlemlerinize göre?
Sizin ve Sennur Sezer’in işçi sınıfıyla nasıl bir ilişkisi vardı? Ben işçi çocuğuyum. Sennur Sezer demiryolcu bir emekçinin kızı. Kendisi de Taşkızak Tersanesi’nde bir süre çalışmış olan bir emekçi. Bizim grevlerde, direnişlerde işçi sınıfı ile olan ilişkilerimizde edebiyatın yaşamı özgürleştirme, güzelleştirme yolunu şiirlerle, öykülerle göstermiş olmamızdır. Onların direnişlerine direnç katmaya çalışmak olmuştur. Edebiyatın yoksulluklar, haksızlıklar, baskılar karşısında direndiğini göstererek, anlatarak. Ayrıca Sennur’la dört ciltlik Emek Öyküleri kitabını hazırladık: Ekmek Kavgası, Grev Bildirisi, Motorize Köleler, Dokumacının Ölümü. Bu tematik bir işçi öyküleri seçmesiydi. Hem bizden, hem dünya edebiyatından. Ekmek Kavgası’nda adı üstünde, işçinin ekmeğini kazanırken yaşadıkları; Grev Bildirisi’nde işçinin emeğinin karşılığını alamadığında giriştiği mücadele; Motorize Köleler’de sermaye-emek çelişkisinin getirdiği haksızlıklar; Dokumacının Ölümü’ndeyse emeğin yaratıcılığının getirdiği yarar, yararın eşitçe bölüşülmesinin güzelliği, sevinci anlatılıyordu.
Siz Sennur Sezer’in hayatını, Sennur Sezer sizin hayatınızı nasıl etkiledi?
Biz iki yazar, birbirimizin yazarlığını tetikledik. Sennur şiirleriyle, ben öykülerim ve yaşamı çoğalttım/çoğalttık. Kendi konumumuzda kitapların dışında birçok ortak kitap yazdık. Sennur iyi bir araştırmacıydı. Bense kurgulayandım. En önemli ortak kitaplarımızdan biri: Öyküleriyle İstanbul Anıtları: Bizans’tan bugüne camileriyle, kiliseleriyle, havraları, konakları, yalıları, tarihsel yapılarıyla bir İstanbul panoraması. İkincisi: Bir Zamanların İstanbul’u: Eski yaşayışı ve folkloruyla bir İstanbul tarihi. Her iki kitabı konularını bölüşerek yazdık. Yaşamımızda olduğu gibi bölüşüp paylaşarak.
Sizinki nasıl bir aşktı?
Bölüşüp paylaştığımız bir aşk. Sennur gittikten sonra onsuz dört yılımda hep yanımda oldu. Dört yılın içinde olan biteni yaşadıklarımızı paylaştığım Hep Seninle/Sennur’la Konuşmalar kitabını yazdım. Kitabın girişinde benim şu cümlem yazılı: “Seni sen, beni ben diye anan ikimiziz biz.” Bitmeyen bir yaşam, bitmeyen bir aşk yani.