Aynı dili konuşan, adları belli coğrafyalar ile özdeşleşmiş ve kendine özgü kültürel gelenekleri sürdüren insan topluluklarını millet ya da ulus adıyla anmak modern zamanların önümüze koyduğu bir tercihtir.
Ulusal tercihin önemini, Benedict Anderson “Hayali Cemaatler” kitabında göstermişti. Buna göre, insan öznenin düşüncesinden bağımsız, objektif bir varlık olarak “millet” yoktur. Her millet, o millete ait olduğunu hayal eden siyasal özneler tarafından yaratılır. Ama bu yaratılışın bir boşluk üzerinde gerçekleşmesi de mümkün değildir. Anthony D. Smith “Ulusların Etnik Kökenleri” kitabında yaptığı uyarıyla, “hayal etme” fiilinin de belli bir “gerçek” temel üzerinde cereyan edebileceğini hatırlatır. Milli söylem, kendinden önce var olan ve en azından Tevrat’ın yazılışından modern zamanlara kadar “kavim” adı ile anılmış olan bir “hammaddeyi” işleyerek milleti yaratır. “Ülke” yani coğrafya, ortak kültür ve dil gibi unsurlar bu hammaddenin bileşenleridir.
Adı belli coğrafyalar ile özdeşleşmiş, binyıllar boyunca yazılı metinlerde anılan kadim kavimler vardır. Milattan Önce IX. Yüzyıl’dan bu yana yazılı kaynaklarda adı geçen Med kavmi ve onların ülkesi Medya böyledir. Bu kavim, modern zamanlarda Kürd halkı olarak bilinir; ülkeleri Medya ise, İran ve daha sonra Osmanlı kaynaklarından bu yana Kürdistan adıyla anılmaktadır.
Kadim kavimlerin ülkeleri ya da anayurtları, tarih boyunca göçler, savaşlar ve istilalar sonucu başka kavimlerin de yurdu haline gelmiştir. Paylaşılan topraklarda ortak medeniyetler kurulmuştur. Tarihte Barbarlar ve Vandallar gibi isimlerle anılan istilacı, yağmacı ve asalak kavimler ise medeni melekelerden yoksun “yaradılış hatası” olduklarından olsa gerek ancak kurulmuş medeniyetleri darbelemek, zarar vermek ya da yıkmak fiillerini işlemişlerdir. Bunların çoğu kendi döktüğü kanda boğularak tarih içinde yok olmuş, kalıntıları da medeni kavimlere asimile olmuştur.
Milli söylemin kökleri bahsi açıldığında akıllara “ırk” kavramının gelmesi olağandır. Irkçılara göre milli hammaddenin özünde kan bağı mevcuttur. Bu bakış açısına göre millet asla kurgusal bir kategori olamaz; millet, genişletilmiş bir büyük ailedir; başında da bir aile reisi ya da atası, babası, führeri, duçesi vb. olması gerekir. Otoriter rejim arzusu ırkçı ideolojiye içkindir.
Irkçılığın yakın tarihte insanlığı sürüklediği felaketler sonucu gözden düşmüş olması yok olduğu anlamına gelmiyor. İki arketipik nedenle sık sık hortladığına tanık oluyoruz. Birincisi köksüzlük. Şöyle: Irkçı ideoloji çoğunlukla eksik ya da zayıf bir “hammadde”den millet inşa etme girişiminde bulunan milliyetçilerin dilinde yer buluyor. Nesnel yokluk ya da eksiklik gerçeğinin üzeri, koyu ideolojik söylem ile yamanmaya çalışılıyor. Irkçı ideoloji bu nedenle rasyonel düşünce karşısında her zaman zayıf; akıl dışı hislere, fantastik tahayyüllere hitap etme anlamında ise güçlü olabiliyor. Kökendeki yokluk ya da eksiklikten kaynaklı bu güç, her zaman öteki “ırklara”, kimliklere karşı (bende olmayan köklere sahip olana yönelik kıskançlık sonucu) nefret ve agresyon olarak açığa çıkıyor.
Irkçılığı besleyen ikinci arketip, işte tam da bu saldırganlığın soykütüğünde yatıyor. Şöyle: ırkçı ideoloji, öteki karşısında nefret ve saldırganlık üretirken insanın içindeki Barbarı, Vandalı da uyandırıyor. Belki de genetiğinde barbarlığın kalıntıları bulunan bireyleri titreterek özüne döndürüyor.
Sonuçlar? Herhangi bir TV kanalını açtığınızda karşınıza çıkan “barış pınarı” amigoları; “fetih” diye methiye düzenler; asker selamı veren futbol takımları, “ünlüler”… Arka planda, dünya basınında ise kimyasal silahla yakılmış bedenleri can çekişen çocuklar, cihatçı çetelerin infaz ettiği siviller ve kadınlar, bombalanan kasabalar, köyler; hapisteki Kürd siyasetçiler, Med ülkesinin başkentini ezici çoğunlukla kazanmış belediye başkanının bileklerine vurulmuş kelepçe…
Ve 170 bin sivil Kürd’ün Rojava bölgesinden göçe zorlandığı bir “operasyon” üzerine şunları diyebilen bir reis: “Kürtlerin tarzları zaten oraya uygun değil. Araplara uygun”.
Bugünlerde yeniden popüler olan bir milli atasözü var: “Dünya bizi anlamıyor.” Hayır; emin olun, Uzak Asya’dan Filistin’e, Avrupa’dan Arap Birliği’ne kadar bütün dünya sizi çok iyi anlıyor.