Hafta sonunda uzun zamandır görmediğim ve şimdi Danimarka vatandaşı olan bir arkadaşımla buluşup sohbet ettik. Çok konu konuşuldu. Laf nereden açıldıysa konu “vejetaryen”e geldi. Arkadaşım da vejetaryen olduğunu belirtti. Ama kimi zaman balık yediği oluyormuş. Fakat Türkiye’ye geldiğinden beri artık balık bile yemediğini söyledi. Bu dikkatimi çekti ve arkadaşıma sordum: “Türkiye’ye geldiğinden bu yana niye balık yemeyi bıraktın?” Arkadaşım, “Türk denizindeki balıklar insan etiyle besleniyorlar” deyince merakım bir kat daha arttı. “Nasıl yani insan etiyle besleniyorlar”, diye ikinci sorumu sorunca, arkadaşım, “kaçak yollarla Avrupa ülkelerine gitmeye çalışan sayısız mülteci denizlerde can verip balıklara yem oluyor, bu nedenle Türkiye’de balık yememeye karar verdim” deyince anladım nedenini. Meram açıklık kazandı ama söz konusu “insan etiyle beslenme” olunca benim de aklıma yıllar önceki bir olay geldi.
Bizim gençliğimizde Uganda Devlet Başkanı olan İdi Amin adında bir adam vardı. (1971-1979 asker kökenli devlet başkanı) Onun devlet başkanlığı döneminde Uganda’da politik baskılar doruğa çıkmış, etnik ayrıcalık çoğalmış, insan hakları ihlalleri yoğun bir hal almıştı. Ama İdi Amin’i “meşhur” kılan bu baskıcı politik uygulamalarından çok, o günlerde tüm dünya gazetelerinin başlıklarına manşet olmuş ilginç bir haber olmuştu. Haberde İdi Amin’in yanında çalışan sekreterini parçalara ayırarak, buzdolabına koyup belli aralıklarla yediği söyleniyordu. Bu yüzden “yamyam”a çıkmıştı adı ve bir anda “meşhur” olmuştu. İdi Amin’nin meşhurluğu da tıpkı tarihin bir döneminde meşhur olmak için gidip zemzem kuyusuna işeyen Bevval-i Çeh-i Zemmem’in “meşhurluğu” gibiydi.
İdi Amin’in en belirgin özelliği “dengesiz” biri oluşuydu. Bu zat “ben rüyamda Tanzanya’nın bizim ülkemize saldıracağını gördüm. Onun için Tanzanya bize saldırmadan biz onlara saldırmalıyız” deyip Tanzanya’ya savaş ilan etti ve sayısız masum insanın ölümüne sebep olan bir savaş başlattı. Rüya görüp savaş ilan tek devlet başkanı olarak tarihe geçti. Ancak o savaş onun da sonunu getirdi.
Söz saldırı ve çatışmadan açılmışken söyleyeyim; gerek 1812’de Napolyon-Kutzov arasında yapılan muharebe ve gerekse birinci ve de ikinci dünya savaşları başta olmak üzere hiçbir çatışma herhangi bir sorunu çözemediği gibi halklara ve emekçilere yıkım, yoksulluk, kin ve gözyaşı bıraktı.
Sonucu nasıl bir biçim alırsa alsın Kuzey Suriye’deki “ateşkes” hayırlı olmuştur. Şimdi herkesin sağduyulu düşünmesi gerekir. Devletler ise “devlet aklını” öne çıkararak tüm sorunları demokratik yollarla ve diplomatik kanalları işleterek diyaloglarla çözmelerinin gerekliliğini bir kez daha insani bir yol olarak görmelidir. “Güvenli bölge” denilen şey ancak eskiden beri yaşadıkları o topraklar üzerindeki halkların demokratik ortama ve adil haklarına kavuşmalarıyla sağlanabilinir. “Güvenlik”, herkesin insani ve hukuki haklarını korumasıyla olasıdır. “Güvenlik”, tüm halkların refahı ve de yaşam hakkının garantisi için gereklidir. Unutulmasın “haklı” ve adil kavramları her şeyden önce vicdani birer tanımdırlar. Oysa yaşam hakkının korunması ve demokratik bir şekilde ayakta kalmak tamamen olanaklarla orantılıdır. Bu olanağı yaratamayanların haklı da olsalar ayakta kalmaları zordur. İşte tam da bu açıdan uluslararası demokratik yardım ve dayanışma bu noktada önem kazanır. Örneğin, bir selde ya da doğal bir afette insanların yaralarını sarabilmesi ve ayakta kalması için bir yardıma ihtiyacı vardır.
Yine toplumların ve halkların eşit ve kardeşçe, birlikte demokratik bir tarzda yaşamaları onların örgütlülük düzeyi ile doğru orantılıdır. Örgütlü olmanın göstergesi, bir toplumun sadece birlikte hareket edeceği kanalları yaratmak değildir. Refleks haline gelmiş bir örgütlü hareketin özünü oluşturan temel şey: vicdanı olan bir bireyin, bireysel ve toplumsal haklarını birleştirerek yalnız başına da olsa demokratik bir istem göstermesidir.
Bugünlerde TV’lerde, basın yayın organlarında çok sayıda kişinin boy gösterip, ahkâm kesip ve bilinen sözleri papağan gibi tekrarlamaları insanlara “gına” getirmiştir. Özellikle “aydınların” yeni şeyler söylemesinin ve “aydın tavrı”nı geliştirmeye ihtiyaç duyulduğu bir zamanda yapılan demagojilerin bir yararı olmayacaktır. Tarihten bir sayfa anımsayalım: “Dimdim Kalesi ve Altın pençeli Xano” (Kela Dimdime u Xane pençezer)