Günlerdir Türkiye toplumu büyük bir hezeyan içinde işgali alkışlıyor, savaşa destek veriyor. Devleti eski gücüne kavuşturabilmek için tüm sistem güçleri devrede ve toplumsal rızaya dayalı olarak geniş kesimlerin mutabakatını sağlamış görünüyorlar. Biliyoruz ki işgal ve saldırı politikası yalnızca Erdoğan’ın kendinden menkul planlarından veya çılgınlığından ibaret değil. Onun açısından belki ömrünü uzatmak, mevcut iktidarının yıkılmasını geciktirmek için başvurduğu bir yol; ama esas olarak sermaye güçlerinin onay verdiği bir karar. Bu yüzden de savaştan yana olanlar AKP-MHP faşist bloku ile sınırlı değil.
CHP başta olmak üzere, adına “muhalefet” denilen bütün düzen partileri, Osmanlının fetihçi zihniyetini hortlatarak, sömürgeci, yayılmacı siyaseti yeniden yaşatmak için harekete geçtiler. Bu yüzden “Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak”la başlayan, “Milli güvenliğimiz açısından hayati önem” taşıdığı belirtilen tehlikeyle biten tezkere, Meclis’te tartışılmadı bile. Komşu ülkelerin toprak bütünlüğünü korumak Türkiye’ye kalmış ya da çağıran olmuş gibi ne işimiz var oralarda diyen olmadı.
Savaşın ilk günlerinden beri Suriye rejiminin bu toprakları PYD’ye ve onun silahlı gücü YPG’ye bırakarak çekilmiş olduğu, oralardan buralara yönelik herhangi bir tehdit ya da saldırı olmadığı, olmayacağını bildikleri halde, iktidarla aynı zihniyetin bir parçası olarak tereddütsüz tezkereye onay verdiler. Gerçek muhalefet olarak bizim cepheden baktığımızda ise; emperyalizmle işbirliği yaparsanız, diye başlayıp, biz dememiş miydik modunda yalnızca üst perdeden eleştiriler getirip seyredenler ince tahlillerde bulunmaya devam edeceklerdir, onlara bir diyeceğimiz yok, ama esas olarak HDP ve diğer sol güçler açısından baktığımızda durum daha büyük vahamet arz ediyor.
Haziran 2015 seçimleri sonrası yaşadığımız rehavet döneminin bir benzerini bu seçim sonrasında yeniden yaşadık. Erdoğan’ın o dönem nasıl seçim sonuçlarını yok sayarak kanlı saldırılar gerçekleştirdiğini, iktidarını daha da güçlendirdiğini unuttuk. Bu sefer de seçim sonuçlarını kabulleneceği, hatta yakın zamanda sandıkla gidebileceği düşünülerek bir kez daha yanılgıyla, yeniden çözüm süreci, demokratikleşme ve barış hayalleri kuruldu. Hele de üç büyükşehir belediyesi kazanılınca, adeta bir zafer sarhoşluğu içinde demokrasicilik oyununa başlandı, demokratik Anayasa için kapı kapı dolaşıldı, yeni projeler geliştirildi. Uzun süredir savaş hazırlığında olan devlet, saldırılara başladığında, HDP adına yapılan ilk açıklamada, işgal ve savaş sözcüklerini kullanmaktan kaçınıldı, “askeri müdahale” denildi. Sonraki süreçte açıklamaların seyri değişse de yaklaşımlarda çok büyük farklılık olmadı, Kürt halkına yönelik topyekün imha çağrısı yapanlar yasalara, hukuka uymaya davet edilerek, Suriye’nin inşasına destek olmaya ve dayanışmaya, insani yardımda bulunmaya çağrıldı.
Evet, açık bir gerçeklik ki ülkeyi karanlığa sürükleyenler, fiili OHAL uygulamalarıyla, baskı politikalarıyla, bizi kıpırdayamaz hale getirdiler. Öylesine etkisiz, öylesine güçsüz bir haldeyiz ki sokağa dahi çıkamıyor, artık açıklamalarımızı kapalı salonlarda yapabiliyoruz. Ancak kanlı canlı bir savaşın içindeyken -Rojava’ya sahip çıkamadan soyut bir savaş karşıtlığı ve içi boş bir barış talebinin gerçekliği ve anlamının olmayacağı da açıktır.
Toplumsal çürümüşlük, azgınlık ve düşmanlaşma hali
Savaş kararını alan iktidar, hemen ardından psikolojik harp yöntemlerini devreye soktu. Ülkenin dört bir yanında savaş tamtamları çalındı, Mehter marşlarıyla, camilerde selalar, fetih sureleri okutularak toplum seferberliğe çağrıldı.
Diyanet’iyle, üniversiteleriyle, barolarıyla, basın yayın organlarıyla, sanatçılarıyla, sporcularıyla savaş çığırtkanlığı yapılarak tam bir “milli birlik beraberlik ruhu” aşıladılar. Bunlar içinde en çok öne çıkanlar, kendilerine “gazeteci” denilen tetikçilerdi ki o kılıç kalkan kuşanıp poz vereninden, isminin yazılı olduğu bombaya alkış tutanına, sorularına istediği cevabı almadığı için yurttaşları polise şikayet edip gözaltına aldırtanına kadar hiç birisi unutulmayacaktır. Bütün bu süreçte hiç unutulmayacak olan birisi daha var ki bu yazının konusu esas olarak odur. Evet, bu ülkenin en itibarlı olması gereken kurumlarından Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) Başkanı Feyzioğlu, uzun süredir kirli çıkar ilişkileri nedeniyle sarayın soytarısı gibi ortalıkta dolandıktan sonra, son süreçte sınırlara kadar gidip askercilik oynamaya başladı.
Üniformasız bir general edasıyla askeri dersler verirken, bir yandan da “hukukçu” kimliğiyle, onların dahi açıktan savunamayacağı savaş suçlarını savundu, bu suçu işlemeye teşvik etti. Savunmanın başı konumunda olması nedeniyle, meslek etiğiyle, hak, hukuk, adalet arayışının temsilcisi olması gerektiği bir yana, Avukatlık Yasası’ndaki insan haklarını koruma, buna ilişkin ihlallere karşı çıkma ve kamuoyu oluşturma konusundaki yükümlülüğünü bilmiyor olamaz. Aynı şekilde bir üniversite hocası olarak Cenevre savaş hukukunu, 1949 tarihi 4 ayrı sözleşmeyi, 77’deki ek protokolleri de bilmiyor olamaz. Buna göre, bir ülkenin topraklarına izinsiz girmenin “işgal”, sivillere, savaşa katılmayanlara, yaralı veya savaş dışı kalmış askeri personele saldırmanın, savaş esirlerine gayri insani davranmanın “savaş suçu” olduğunu da bilmiyor olamaz.
Yine Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’nde ve pek çok uluslararası metinde yer alan “her türlü savaş propagandası yasaktır” kuralını bilmemesi de mümkün değil. Ancak o bilerek ve isteyerek “Eğer silahlı güçler sivilleri kalkan yapıyorsa saldırıya uğrayan devlet sivilleri korumak zorunda değil” dedi. Kimsenin kimseye saldırdığı da sivilleri kalkan yaptığı da yokken, böyle olsaydı bile bu laflar edilemezken, faşizmin hukukçuluğuna soyunan bu insani değerlerini yitirmiş kişilik bunları söyleyebildi. Aynı günlerde, Suriye Gelecek Partisi Genel Sekreteri Hevrin Xelef, cihatçı çeteler tarafından sivil bir konvoydaki aracından çıkarılarak yerlerde sürüklenip alçakça katledildiğinde, ABD’nin hukukçu olmayan yetkilileri bile “savaş suçu” derken; Feyzioğlu’na göre, bu saldırı devletin hakkıydı! Oysa, TC ordusuna bağlı olarak hareket eden, onunla aynı askeri hiyerarşik yapılanma içinde yer alan ve “Suriye Milli Ordusu” adıyla sahaya sürülen çeteler dahil bütün paramiliter güçler, cihatçı katil sürüleri hangi suçları işliyorlarsa, Türkiye bu suçların hepsinden birinci derecede sorumludur.
Öyle ben yapmadım, taşeronların hatası deyip bu insanlık suçlarından kendisini kurtaramaz. Halen devam etmekte olan saldırılarda, IŞİD’den kurtardıkları topraklarda kendi özyönetimlerini kurarak yaşamaya çalışan halklara yönelik bombardımanlar devam ederken kullanıldığı iddia edilen fosfor vb. kimyasallardan da sorumlu olacaktır. Bunun gibi, Afrin işgal edildikten sonra, ortalığı talan ederek hırsızlığa, yağmaya yönelen çetelerin işledikleri suçlar ile devletin o topraklarda yaşayan halkların zeytinlerini, yağlarını, buğdaylarını çalarak bunlardan kâr sağlamasını, hele de “işgal edilen topraklarda uyulması gereken hukuk” açısından imzaladığı tüm sözleşmeleri hiçe sayarak, Diyanet’i devreye sokarak, Afrin’deki hukuk sistemini, yargı işleyişini, eğitimin yapısını vb. değiştirmesi de suçlar hanesine yazılmıştır.
Devam edelim, Feyzioğlu, sivillerin öldürülmesine yönelik insanlık suçuna onay vermekle yetinmedi; savaş sözcülüğünde sınır tanımadı ve PKK-PYD-YPG’ye “Alçaklar, yüreksizler, bebek katilleri” diye söylenerek “Biz onları daha önce şehirlerimizde kendi açtıkları çukurlara gömdük, yine o çukurlara gömeriz” diyebildi. Hangi hak ve yetkiyle kimlerin temsilcisi olarak bu sözleri söylediği bir yana, bu durum artık azgınlığın son sınırıdır. Sur, Cizre, Nusaybin’de “Çökertme Planı” çerçevesinde gerçekleştirilen katliamlar, BM yetkililerini bile “dehşete düşüren”, “kıyamet benzeri bir tablo” olarak raporlara yansıtılmışken, bu azgınlık, bu arsızlık hali kabul edilemez boyuttadır. Aslında, Türkiye toplumunun içinde bulunduğu çürümüşlüğü anlayabilmemiz için yalnızca Feyzioğlu’nun haline bakmak bile yeterli. İnsani değerlerini yitirmiş bir kişilik bu ülkede hala halkın hak ve özgürlüklerini korumakla yükümlü bir kurumu, savunmayı, hukuku temsil edebiliyorsa, toplumun halini düşünmek gerekiyor.
Rojava’ya sahip çıkmak
Bugün hepimizin bildiği alışılagelmiş siyasi, ekonomik krizlerden daha ağır biçimde, toplumsal bir kriz, çöküş ve çürüme hali yaşıyoruz ve esas tehlikeli olan da bu. Artık iyice şirazesinden çıkmış durumdaki toplum için gerginlik, kamplaşma vb. sözcükleri yetmiyor. Tam bir düşmanlaşma halidir yaşadığımız.
Devlet, ezelden beri düşman gördüğü Kürt halkını Türkiye toplumu nezdinde de düşmanlaştırmak için elinden geleni yapıyor. Irkçı, şoven histeriyle doldurulan toplumlarda yaşanacak patlamaların nasıl tehlikeli sonuçlar doğurduğu ise herkesin malumu. Ne yazık ki bizler hala yaşanmakta olan süreci anlayamıyor, gelecek karanlığı, hepimiz için oluşacak tehlikeyi göremiyoruz.
Oysaki yıllardır iç savaş hazırlığı yapan iktidar temsilcilerinin bugüne kadar her türlü desteği sağladıkları IŞİD’le, bundan sonra da ittifak yapacaklarını açıkça söyleyebildikleri bir süreçte kimse rahatça yerinde oturamaz. Her daim olduğu gibi bu dönemde de faşizm en büyük silahı olan yalana sarılmışken ve toplum adeta efsunlanmış halde fanatik, ölçüsüz bir mecraya akıtılmışken, halka bu savaşın kendi savaşı değil, ülkeyi talan eden yağmacıların savaşı olduğunu anlatmak elbette ki zor. Ancak bu savaşın yalnızca Kürtlere değil; hepimize, geleceğimize, bütün insanlığa yönelik bir tehdit olduğunu ve ezilen, sömürülen halklara ancak yıkım getireceğini ne yapıp edip anlatmak zorundayız.
Böylesi bir zamanda, baskılar ve güçsüzlüğümüz nedeniyle hiçbir şey yapamıyoruz mazeretine sığınamayız. Bütün dünya Rojava için ayağa kalkmışken, Türkiye’den hiç ses çıkmamasının utancını daha fazla yaşayamayız. Açık biçimde bu haksız, hukuksuz, acımasız savaşa karşı çıkmalı ve verdikleri büyük özgürlük mücadelesiyle kendi kaderlerini tayin ederek bütün dünyaya örnek ortak yaşam değerleri yaratan, hayatlarını ortaya koyarak geleceklerine sahip çıkan Rojava halklarını yalnız bırakmamalıyız.
*Hukukçu